FOLKLOR
YÖRÜK KÜLTÜRÜNDEN
BİR DEMET
Son
yüzyıllık dönemde, Türk Milleti; kendi
kendinin amiri, kendi yurdunun efendisi
olmaktan bir hayli uzaklaşmıştır. Buna,
tarihi olayların yanı sıra bilim,
teknik, ekonomik alanlardaki geri
kalmışlığımız ve en önemlisi özden,
millî kültür değerlerimizden kopuşumuz
sebep olmuştur.
Türk
Milletinin kendine has bir kültürü
vardır. Bu kültür araştırılıp,
çıkarılmadığı, unutulduğu ve yok olmaya
mahkûm edildiği için, bu millet çok şey
kaybetmiştir. Bizi yaşatan, bize bizi
anlatan kültür değerleri nerededir?
Millî kültür kaynaklanınız nelerdir?
Yıllardır içinde kıvrandığımız ekonomik
bunalımların, kültürel yıkımların sonu
nereye varacak? Biz yazımızda bu
soruların cevabını verecek değiliz.
Ancak bizi yaşatan, bizim ayakta
kalmamızı sağlayan, geleceğe aydınlık
bir ufuk olarak bakmamızı sağlayacak
milli kültürümüzden bir kaç demeti size
sunmak istiyoruz. Gidip, araştırıp,
gördüğümüz yerlerde bu millî kültür
demetinin çok zayıflamış olduğunu
görünce içimiz burkuldu, üzüldük…
Geçmişi bilmek, geçmişten ders almak çok
önemli.
«Ölüsünü bilmeyen, dirisini bilmez»
dediler bize. Biz de onlara:
«Geçmişini bilmeyen milletler, atisine
emin adımlar atamaz»
dedik. Ulu önder Atatürk de bu konuda:
“Kendi benliğini bilmeyen milletler, başka
milletlerin şikâradır (Esiridir)
demiştir.
Kültür
konusunda, son yüz yıllık dönemde
yabancılara bir esaret söz konusudur.
Kendi kültürümüzden çağın gereklerine
uygun kıymetler çıkaracağımız yerde;
körü körüne yabancıların manevi köleleri
haline gelmişiz. Bu manen kölelik «Allah
korusun» sonuna maddi bir kölelik
getirir. İşte bunun için fert fert
kendimizi bilmeli ve millî şuurla kendi
kültür değerlerimiz etrafında
kenetlenmeliyiz. Bunun tek yolu ise
eğitimdir. Türk Milletinin bütün
fertleri, Türk Milletinin kültürel
değerlerini benimseyen, koruyan ve
geliştiren yurttaşlar olarak
yetiştirilmelidir. Zaten bu da Türk
Millî Eğitiminin amaçlarından biridir.
Yukarıda
kısa bir özetini yapmaya çalıştığımız
konuların ışığında elimizde «Yasıca»
marka fotoğraf makinemiz, teybimizle
Türkmenlerin, Yürüklerin yaşadığı Toros
dağ köylerine doğru yola çıktık.
Amacımız: Yörük dediğimiz bu insanların
neler giydiğini, hangi el sanatlarını
yaptıklarını, bu el sanatlarının
yapımında neler kullandıklarını ve o
bölgenin oyunlarını, türkülerini
kaynaklarında görüp, tespit etmekti.
Sizlere,
bir gül bahçesini andıran Türk
kültürünün büyüklüğü içinden bir demet
gül sunacağız. Bu bir demet gülü sizler
koklayacak ve kalbinizin derinliklerine
kadar çekeceksiniz.
GÜNEY
ŞERİDİ
Türkiye
haritalarına baktığımız zaman, Toros
dağlarının Irak sınırımızdan başlayıp ta
Ege sahillerine kadar kıyıya paralel
olarak, uzandığını görürüz. İşte bu
uzantıların Akdeniz kıyı şeridi boyunca
uzanan kısmı yer yer, paralelliğe dik
dağlarla kesilmiş ve küçük koylar
meydana gelmiştir. Bu koylar;
Taşucu'ndan başlayıp, Anamur, Gazipaşa
kıyı danteli boyunca devam eder.
Otobüsün
ucu Pullu Tepesi’ni döndüğü zaman,
karşımızda; Güney Şeridinde altmış bin
nüfuslu Anamur ilçesi görünmekteydi,
içimizden “İşte geldik. Bizi görev
bekliyor.” dedik.
Yemyeşil
bir ova, mümbit, verimli, senede üç
mahsulün yetiştirildiği, bir uçtan bir
uca uzanan ova. Azıtepe'den başlayıp,
Karga Gedik dağının diplerine kadar
uzayan bir ova. Bu eşsiz ova iki tane
çayla tam üç eşit parçaya ayrılmış.
Dragonda çayı doğu kısımda, Sultansuyu
çayı da batı tarafında denize doğru
akmakta. Burası muz diyarı. Ova sanki
naylonla kaplanmış. Seralar o kadar sık
ki. Ova sanki naylon serilmiş, beyaz bir
örtüye dönüşmüş, özellikle Sultansuyu
boyları. Sultansuyu dedik. Neydi
Sultansuyu’nun hikâyesi?
Sultansuyu
çayının hikâyesini yaşlılardan sorduk.
Onlar bize şöyle anlattılar:
“— Bu çay
üç dört tane derenin birleşmesi ile
meydana gelir. Şimdi şu coşkun halini
gördüğümüz çay yazın bir dereyi andırır.
Şu anda karşıdan karşıya geçmek
isteseniz, geçemezsiniz. Sular alır
götürür. Buna ismini çok eskiler
vermişler. Bir kış ki sorma gitsin.
Günlerce yağmur yağmış, hiç durmadan,
bardaktan boşanırcasına. Dağ taş sel
olmuş. Derelerin çıktığı kaynaklar
beslenmişte beslenmiş. Dağın taşın suyu
sultan suyuna toplanmış. O zamanlarda
karşıdan karşıya geçmek için ne köprü
var çayın üzerinde, ne de başka bir Şey.
İşte bu sıralarda olan bir düğün
sırasında “Sultan” adında bir gelin
atının üstündedir. Karşıdan karşıya
gelin alıcı kafilesi geçecektir. Düğün
bu, gönül işi beklenmez ki. Ama kafile
Atın üzerinde, karşıya geçmek için
uğraşırken azgın seller bir anda ne
olduğu anlaşılamadan gelini aldığı gibi
bulanık suları ile götürmeye,
sürüklemeye başlar. Artık yapılacak bir
şey yoktur. Sevinçli düğün günü üzüntü
ve acıya dönüşmüştür. “Sultan” gelinin
adına ithaf olmak üzere bu çaya
“Sultansuyu” denmiştir.”
Bize
hikâyeyi anlatan yaşlı amca adeta o
günün heyecanını yaşıyor gibi olmuş,
anlatırken sesi hüzünlenmiş ve
duygulanmıştı. Sesinin titremesi bölge
halkının duygusallığından başka ne
olabilirdi?
Anamur adı;
Karga Gedik dağının dibinde kurulmuş,
tarihi M.Ö. 1200 yıllarına dayanan
Anemurium şehrinden kalmıştır. Karga
Gedik dağı paralel dağ sıralarını
keserek denize doğru uzanır ve
Türkiye'mizin güneyinin en uç noktası
Anamur Burnu'nu meydana getirir.
RÜZGÂRLI
BURUN
Anemurium
iki kelimenin birleşmesi ile meydana
gelmiş. Bu kelimelerden birincisi Anem,
diğeri ise; Ouriumdur. Anem kelimesi;
burun, Ourium kelimesi de rüzgâr
anlamına gelmektedir. Kelimeler
birleştirildiği zaman ise ortaya çıkan
kelime «Rüzgârlı Burun» olmaktadır. Bu
durumda ise Anemurium adı güneyin uç
noktası Anamur Burnuna izafeten verilmiş
olmaktadır.
Karga Gedik
dağı üzerine yapılmış kaleye doğru
çıkınca bütün sertliği ile kız deniz
rüzgârı yüzümüze çarparken, Akdeniz’in
tuzlu havasını da bizlere koklattı.
YÖRÜKLERİN
GELİŞİ
Alparslan
komutasındaki Türk orduları, Ronmenos
Diogenes komutasındaki iki yüz bin
kişilik Bizans ordusunu yerlere
serdikten sonra, Anadolu kapılan tamamen
Türk'lere açılmıştı. Malazgirt savaşı,
Anadolu üzerinde Türklerin kesin
hâkimiyetinin sağlandığı, Türklerin
oymak oymak yerleşmeye başladıkları
zamanın başlangıcı olarak kabul
edilirse, bundan yüz yirmi yıl sonrası
da Yörük Türkmenlerin Anamur'a yerleşme
tarihi olarak kabul edilebilir.
Selçuklu
Hükümdarlarından Alaaddin Keykubat,
ileri görüşlülüğü ile kıyı şehirlerinin
fet edilmesi gerektiğini anlamış ve bu
işle emrindeki Mübarezeddin Ertokuş Beyi
görevlendirmiştir. Ertokuş Bey de 1228
yılında Anamur'u zaptetmiştir. 1228
yılından beri Anamur bir Türk şehri
olarak devam etmiş ve sırayla;
Karamanoğullarına, Osmanlılara
geçmiştir.
Anadolu’ya
boy boy, oba oba yerleşen Türkmenlerin
birçoğu, kendilerine bu yeşillikler
diyarı, ormanlarla kaplı bölgeyi yurt
tutmuş. Yörüklüğüne Toroslar uygun
düşmüş. Toros Dağlarını kendilerine
vatan etmişler. Onlara kışın ılık
sahiller, yazın serin yaylalar
konargöçerliklerine biçilmez kaftan
olmuş.
KÜLTÜRÜN İZLERİ
Şehir içinde
dolaşmaya çıktığımızda ayaklarında siyah
pantolonlar olan insanlar gördük. Bu
pantolonlara iyice dikkat edince, kumaş
olmadıklarını, gördük. Bunlar ayak
bileklerinin üstleri düğmeli vücudu
sımsıkı saran ve arka cepleri tabanca
biçiminde olan siyah pantolonlardı. Bu
pantolonlardan giyen gencin birini bir
çay evine davet ettik. Çaylarımızı
söyleyip içerken, bir yandan da
sorularımızı sormaya başladık.
—Bu giydiğiniz
pantolon nasıldır? Neyden(Hangi
malzemeden) yapıyorlar bunun kumaşını?
Genç bizim bu
sorumuza güldü. Her halde bizim için «Ne
cahil adamlar» diye geçirmişti içinden.
Sonra anlattı.
—Bu pantolona
şayak pantolon denir. Kültürümüzü o
kadar bozmuşlar veya dışarıyı o kadar
örnek aldırmışlar ki, halk arasında bu
kamaşa İngiliz de deniyor. Düğmeli eski
İngiliz pantolonlarına benzediği için.
Yani şu üzerinde gördüğünüz şekli ile bu
ad verilmiştir. Şu paçasındaki
yırtmaçları ve bunun üzerine dikilmiş
düğmeler, vücudu sıkışı ve arka
ceplerinin tabanca gibi oluşundan dolayı
bu adı ile anılmaktadır. Şekil önemli
değil ama emekte işte, yapılışı da bize
aittir. Bu pantolonları şimdi bütün
terziler dikiyor. Bunun kumaşına «şayak»
denir. Tamamen yündendir.
Bu genç
arkadaşımıza, bu kumaşının nasıl
yapıldığını sorduk ama o bu konuda bir
şey bilmiyordu. Dağ köylerine
çıktığımızda bu konuyla ilgili soruları
Yörüklere yöneltecektik.
Bu pantolonlar
Yörük kültür izlerinin şehri bile
etkilediğini, fakat şehirde öz
kültürümüzün bir çeşni halini aldığını
söylemeden geçemeyiz. İngiliz ismini bu
pantolona vermek, İngiliz kültürünün
izleri miydi acaba?
YOLCULUK
BAŞLADI
Mersin
İlinin bu eşsiz güzellikteki ilçesi
Anamur'dan biraz sonra ayrılıp, köylere
doğru yola çıkacağız.
Anamur,
Mersin'in en uzak ilçesi. Tam 230
kilometrelik bir yol var, ille ilçe
arasında. Mersin’i, Antalya'ya bağlayan
E-24 nolu karayolu ilçeden geçmekte.
Anamur-Sinop Atatürk Yolu projesi ise
hâlâ devam etmekte. Yayla bölümü,
Karaman-Konya bölümünün bir kısmı
yapılmış durumda, halen tamamlanmış
değil.
İlçe merkezi, denizden üç kilometre, kadar
içerde dağ eteğindeki küçük tepeler
üzerinde, deniz seviyesinden, sıfırdan
başlayıp ortalama on metre ile yüz metre
arasında yükseklikte kurulmuş.
Denizin
mavi dalgaları ve enginliği, ovanın
yeşilliği ve Anemurium harabeleri
gerilerde kaldı artık. Anamur-Sinop
Atatürk Yolu üzerinde gidiyoruz.
Yolculuk başladı. İlk molamızı, yoldan
sola doğru saparak. Kadılar isimli
mahallede verdik. Bu malaklar adlı bir
köyün mahallesi. Köyle arasında üç
kilometre kadar yol var. Köyün devamında
yayla yolu üzerinde yer alan küçük
otuz-otuz beş hanelik bir mahalle.
Evlerin birçoğu modern mimari tarzı ile
yapılmış. Birçoğu da üzeri toprakla
örtülmüş «dam» şeklinde.
Evlerin
yapılışı ne olursa, olsun, aşağı yukarı
burada her evde bir tezgâh kurulmuş,
ıstarlar ve çulfalılıklar. Gidip
gezdiğimiz evlerde bu
çulfallıkları
ve
ıstarları
tek tek gördük, inceledik, çalışma
metodunu öğrendik.
ÇULFALLIK
Evine
misafir olduğumuz Hamdı Efendi bize çay
ikram etti. Çayımızı içerken ocakta,
yanan odunların üzerinde kızının
kavurduğu yerfıstıklarını tabaklarda
ikram etti. Bir yandan kavurga
(Kavurmaktan gelen bir kelime) yerken
bir yandan da konuya girip, teybimizin
düğmesine bastık. Kendisi pek bu
İşlerden anlamıyordu. Hanımı ise
çulfallık ve ıstar tezgâhlarının,
tamamen ustası olmuştu. Biz bu
tezgâhların ne işe yaradığın: ve nasıl
dokuma yaptığını sorduk. O bize
anlatmaya başladı:
— Şu
gördüğünüz tezgâha çulfallık denir. Bu
çulfallık, battaniye ve şayak dediğimiz,
Yörüklerin ceket ve pantolon
yaptırdıkları kumaşları dokumaya yarar.
Şehirde
sorupta Öğrenemediğimiz
«şayak» kumaşım
dokuyan bir kadın bulmuştuk. Adını
sorduk. “Ayşe.” diye cevap verdi. Ayşe
Hanım bu köye Kazancıdan gelin olarak
gelmişti. Ona “Köylü Aşşa” diyordu
mahalle halkı.
— Ayşe
yenge bize başından başlayıp şayak nasıl
yapılır, şöyle bir anlat, hem öğrenmiş
olalım, hem de bu Yörük el sanatını
başkalarına tanıtalım,
— Olur. Dedi, kadın ve anlatmaya başladı:
—
Bahar
geldi mi Yörükler yaylalara çıkarlar.
Gerek Bahşiş köyleri, gerek bizim burası
olsun, gerekse Güren, Boğuntu, Çaltıbükü,
Akine köyleri olsun yaylaya göçerler.
Bir yandan boynu canlı develere yatak
yorganlar, ala çuvallar, ala heybeler
yüklenir ve yüklerin üzerine ala
kilimler atılır geceden yollara düşülür.
Bir yandan köpekler havlar, bir yandan
eşekler anırır, atlar kişner, kuzular,
oğlaklar meleşir. Göç kervanları yola
çıkmıştır artık. Dillerde san yayla
türküleri, yaylalara varılır.
![](../../images/koyun_kirkimi002.JPG) |
![](../../images/koyun_kirkimi001.JPG) |
Baharda
hava soğuktur; Temmuz, Ağustos aylan
geldiğinde havalar ısınınca kuzular
“Gırklık”
denen bir büyük makasla kırkılır.
Kırkılmadan önce koyunların suda
yıkanmasında fayda vardır. Çünkü
yıkanırsa yünler temiz olur. Kırkılan
yünler güzelce yayla atılır. Yay eğri
bir ağaç ve ağacın uçlarına bağlanmış
kirişten meydana gelir ve bir tarağı
olur. Bu yünler atılırken Yörük
çocukları oyunlar oynar. Yünleri atanlar
ise bu çocuklara sinir olur. Yani
çocuklar yünü atanın yayı elindeki
tarağı ile gerdirip, yünleri savurtup
attırırken çıkardığı sesleri
“pıllım pıllım-pıttık, pıllım
pıllım-pıttık”
diyerek ağızları ile taklit ederler.
Yayın kirişi koyun ve keçilerin ince
bağırsağından yapılmış olup ince bir ip
şeklindedir. Buna kiriş denir. Kiriş
çocukların bu ağız kesmesi sırasında
mutlaka kırılır. Böylece yünleri atan
kadın çocuklara sinir olur.
![](../../images/yoruk_kulturu_d002.JPG) |
![](../../images/yoruk_kulturu_d003.jpg) |
Yayının
kirişini yenileyerek işine devam eder.
Bu atmanın sonunda yünler bir birinden
ayrılmış ve pamuk gibi yumuşamıştır. Bu
yünler bölüm bölüm alınarak kolçak
haline getirilir. Kola takılan yüne
kolçak denir. Kolçağın ucundan eğirtmece
(kirmen) yün verilir ve bütün yün
eğrilir, ince ip haline getirilir. Siyah
yünler ayrı eğrilir, beyaz yünler ayrı.
Karışık renkli ala yünler bir ayrı.
Sonra iş bana düşer. Eğrilmiş yünler
yumaklanır. Yedi metre ara ile iki çivi
dikilir. Bu yumaklardaki ipler çözülür.
Bu çiviler arasına ipler çulfallığa göre
yerleştirilir. Sonra öylece çulfallığa
taşınır ve yerleştirilir. Sonra
çulfallıkta bir takım işlere tabi
tutularak dokunur. Yedi metre ip üzerine
dokuma işi tamamlandıktan sonra kumaş
çıkarılır. Dokuma esnasında yedi metre
alınan ipler kısalmış ve altı metreye
düşmüştür. Dokunan kumaşın şimdi ise
tepilmesi gerekir. Depme işi ise şöyle
yapılır: İki tane ekmek açmak için
kullanılan senidin arasına top halinde
dürülerek konur. Senidlerin arasında
kalan kumaşa sıcak su dökülür. Bir kişi
sıcak su dökerken, iki kişi ayak
tabanları ile senitlerin arkasına
karşılıklı oturup, ayak tabanları
karşılıklı gelecek şekilde vurarak
kumaşı sıkıştırırlar. Bu vuruşlar
kumaşın ipleri birbirleri ile
bitişinceye (Kaynaşıncaya-ipleri
görünmeyinceye) kadar devam eder. Bu
işlem birkaç saat devam edebilir. Artık
şayak dikilmeye hazır kumaş haline
gelmiştir. Kumaş ölçüldüğü zaman beş
metre kalmıştır. Sıcak su kumaşa etki
etmiş ve onu çektirmiştir. Yapılan bu
kumaş tam bir yünlüdür. Buna keçe kumaş
deseniz de olur. Kumaş kurutularak
şayaklık pantolon, ceket kumaşı olarak
kullanılır.
Ayşe
gelinin anlattıkları bizim çok ilgimizi
çekmişti. Bir kumaşın dokunması birçok
güç işi gerektirmekteydi. Bu kumaş eşsiz
Türk zevk ve kültürünün
bir örneğinden başka bir şey değildi.
Yoksa hiç bir kimse bu kadar zahmetli
bir İşe katlanmazdı.
![](../../images/yoruk_kulturu009.jpg) |
![](../../images/yoruk_kulturu002.JPG) |
Çulfallıkta kumaşın dokunuşunu görmek
istiyordum. Ayşe Hanım bize çulfallık
başına geçip dokunuşu da gösterdi, de
ona teşekkür ettik ve çulfallığı meydana
getiren parçaları bize tanıtmasını
istedik. O da parçaları tek tek tutup
göstererek bize tanıttı.
Çulfallık on
dört ana parçadan meydana gelmekteydi.
Bunar sırası ile Cırmakan - (2 adet),
Kücüler - (2 adet), Ayakçak - (2 adet),
Selmin, Mekik, Trevce, Anadirek - (4
adet), Bunların ne işe yaradıklarını
anlatırken parçaları tek tek gösterdi.
“Cırmakanların ayakçak uçlarına bağlı,
iki kat olan ip sıralarını bir birinden
ayırmak için asıltıma yerleri olduğunu”
söyledi. Çırmakanlarda kücü ağaçlarına
bağlanmıştı. Bu kücü ağaçları iki
taneydi ve aralarından ipler
geçmekteydi. Sağ ayakçağa veya sol
ayakcağa basıldığı zaman kücünün biri
yukarı doğru, diğeri aşağı doğru hareket
ediyor ve iki ip sırası tam ortadan
ikiye ayrılıyordu. Bu boşluktan ise Ayşe
Hanım ip dolalı mekiği bir yandan diğer
yana atıyor, ip çözülerek sıralar
arasına giriyor. Sonra ortasında
tutamağı olan tefe ağacım yeni çözülmüş
olan ip üzerine hızla indiriyor ve
böylece ip sıkışıyordu. Bu iş bir kumaş
bitirilinceye kadar belki on bin, belki
yirmi bin defa tekrar edilmekteydi.
Kücüler ve diğer yerlerin hareketlerini
ayakçaklar sağlamaktaydı önemli olan
ayakların ritmine, elin hareketlerini
uydurabilmekti, işte o zaman çulfallık
sanki bir müzikmiş gibi sesler çıkarıyor
ve bu ritm içinde ortaya şayak denilen
bu kaliteli, güzel kumaş çıkıyordu.
Dokunan kumaşlar selinin ağacına
dolanıyor. Bir karış kadar dokununca
selmin ağacı yandaki vites kolunu
andıran kolu ile dolandırılıyor,
dolamadan sonra ipler eski sertliğini
yine kazanıyorlardı.
![](../../images/yoruk_kulturu_d001.JPG) |
![](../../images/yoruk_kulturu_d0014.jpg) |
Ayşe
Hanım bize mekikle ilgili ilginç bir
hatırasını da anlattı. “Efendim, ben bu
mekiği bir battaniye dokuyup, karşılığı,
olarak aldım. Bir battaniyenin sade
dokuma parası bu gün elli-altmış
liradır. Bu mekik şimdi elli-altmış lira
değerindedir. Ama siz bir marangoza
gidip bu mekiğin belki daha ucuz bir
fiyata yaptırabilirsiniz. Bunun değeri
ise yüz elli yıllık bir tarihi
bulunmasındandır. Bu mekik benim
battaniye dokuyuverdiğim kadının
ebesinden kendisine kalmış.”
Ayşe hanımın bu sözleri üzerine mekiği
alıp inceledik, ipliğin geçtiği çok
küçük delik, yanlardan aşına aşma Öyle
bir hale gelmişti ki küçük serçe parmak
sığar olmuştu. Bu mekik tarihin birçok
hadiselerinin şahidi olmuş, üzerinde
nice izler taşımaktaydı kim bilir?..
Ayşe hanımın beyi bizimle beraber dışarı
çıktı. Dışarıda duran çarkı gösterdi. Bu
çark ip bükmekte kullanılmaktaymış. Ayşe
Hanım bunun da işleyişini bize gösterdi.
Çarkın
bulunduğu kapıdan beraberce içeri
girdik. İçerde başka bir manzara ile
karşılaştık. Burada Ayşe hanımın büyük
kızı «Istar» denen dokuma tezgâhında
yünden çuval dokumaktaydı. Onun bu
halini görünce hemen deklanşöre basıp
resmini çektik. Bize bu tezgâhı da
tanıtmasını istedik. Bize önce parçaları
tanıttı. “Şu yandakiler iki adet ana
direk” dedi. Üstteki yuvarlak direklerin
adı ise “üst dönecek” miş. Alttaki de
”Alt dönecek”. Dokunmakta olan çuvalın
iplerinin bağlandığı ağaçlar da “kücü
ağaçları”.
“Istar darağı.” Darak (tarak)
demekti. Bu tarak her sıra ipin dik sıra
ipler arasında sıkışmasını sağlamak için
tersine vurulmakta. Çuvalın eninin aynı
genişlikte olması içine ana direklere
iki tane ip bağlanmıştır ve bu ipler
arkası halkalı iki çiviyle (cımbar)
çuvala sokulmuştur. Bu ipler dikine inen
ip kümelerini tutmakta ve daralmayı
önlemekteydi. Tarağın inişi ve cımbar
halkalarının tıkırtılarla oynayışı
ahenkli bir koroyu andırmakta.
Hamdi
beyin evinden ayrılıp, çobanlık yapan,
koyun besleyen ağabeysinin evine doğru
yürüdük. Güler yüzü, tatlı sözü ile tam
Yörüklere yakışan bir şekilde karşıladı
bizi Feyzi Ağa bizi. Eşi Habibe Hanım da
de ondan kalmazdı. Şimdilerde duydum ki
Fevzi ağa rahmetli olmuş. O da bizi
Yörük misafirperverliği içinde
karşıladı. Onlarla da ala kilimler
üzerine konuştuk. Bize dokuduğu bir
seccadeyi ambardan çıkarıp gösterdi. Bu
desen desen, renk renk işlenmiş bir
seccadeydi. Bu seccadenin üzerine yıllar
yılı kimler baş koyup Yüce Allah'a secde
edecekti kim bilir? Bu güzellik, bu
zarafet, bu incelik, bu el sanatı
karşısında insanın eğilmemesi, saygı
göstermemesi mümkün müydü? Duvarın
üstüne serip hemen resmini çektik. Bize
bunun gibi yüzlercesini işlediğini ve bu
sanatın kendilerine ataları Yörüklerden
kaldığını söyledi. Habibe Hanım.
Çevremizdeki kilim adlarım sorduk, o
bize şu isimleri saydı: “Çevremizde
kilim çeşitlidir. Köy olarak bile
değişir, Bağşış’lı Kilimi, Orhana’lı
Kilimi, Yörük Kilimi gibi adlar
verilirse de, esas kilim çeşidi Ala
Kilimdir. Bu kilime ala kilim denmesinin
sebebi ise her desenin ayrı bir renkte
olmasındandır. Ayrıca boncuk, aynalı,
boynuzlu kilimleri de çevremizde dokunan
kilim çeşitlerindendir.”
Yörüklerin, değişik renklerden oluştuğu
için kilime ve iplerine ala dediklerini
öğrendikten sonra oradan da ayrıldık.
Bir
müddet yürüdükten sonra evinin alt
katında çulfallık bulunan Fatma Gün adlı
yaşlı nenenin evine gelmiştik. Yanma
vardığımız zaman ip çözmekle meşguldü.
Ne yaptığını sorduk. O bize “Çulfallıkta
dokumakta olduğum battaniyenin iplerine
bu çözdüğüm ipleri ekleyip, yeni bir
battaniye daha dokuyacağım” dedi.
Çulfallıktaki battaniyenin iplerine bu
yeni ipleri eklemesini seyrettik. Sonra
biten battaniyenin arkasından yeni
battaniyeye başladı. Hiç bir yere
bakmadan desenini kafasından çıkarıp
işlemekteydi. Hiç bir kâğıda, hiç bir
desen örneğine bakmadan böyle harika
battaniyeler işleyebilmek Yörüklerden
başka kim tarafından yapılabilirdi? İşte
bizi bu sahne çok | etkiledi. Kendisine
sorduğumuzda “Bu desenler ne ki? Öyle
desen işleyenler var ki; onlar ala
kilimi, seccadeyi de kafalarından
çıkarıyorlar” dedi. Bu hayretler
uyandıran manzara karşısında parmağımızı
ısırmak zorunda kalmıştık.
1900
doğumlu Dursun Teke, köyün en yaşlı
kadınlarından. Onu ziyaret edip elini
öptük. Kadın gençlere taş çıkartacak
dinçlikteydi. “Allah’ın kendisine uzun
ömür vermesini” diledik. O bize eskileri
anlattı. Yürüklerin neler giydiğini. Biz
de tek tek anlattıklarım not aldık.
Kendisinin yörede hiç kalmamış olan
öncekleri bile dokuduğunu söyledi. Kadın
Yörük giyeceklerini bize tek tek
anlattı. Bunlar başa takılan fes
(tellik), göynek, cepken, darabulus
(kuşak), üçetek, uzun don, öncek ve
çarıkmış. Daha sonra bu giyecekler
değişikliğe uğramış, ayaklara çivili
çizme giyilmeye, başa poçu bağlanmaya
başlanmış.
Tellik (başa giyiliyor) üzerinde,
altınlar bulunurmuş. Bu altınlar tellik
üzerine dolanan dolaklar üzerine
takılırmış. Bu pulların sayısı kadının
medeni halini göstermekteymiş. Uç pul,
evli kadın, iki pul, dul. Bir pul, bekâr
demekmiş.
Erkek
Yörükler ise başlarına siyah ve beyaz
renklerde keçe külah giyerlermiş.
Gömlekleri ve iç giyecekleri ise normal
iplerin boyanmasıyla, dokunup yapılan,
çulfallıklarda dokunan kumaşlardan
yapılan gömleklerden meydana gelirmiş.
Bele ucu püsküllü, kuzu yönünden yapılmış
kuşaklar bağlanırmış. Gömleğin üzerine
ise aba denilen şayaktan dikilmiş
ceketler giyilirmiş. Pantolon yerine,
yine şayaktan yapılmış şalvarlar
giyilirmiş. Şalvar üstüne deve yününden
millerle örülen çoraplar giyilirmiş.
Ayaklarda ise çarık bulunmaktaymış.
![](../../images/yoruk_kulturu005.jpg) |
![](../../images/yoruk_kulturu010.jpg) |
Kadılar
mahallesinden ayrıldıktan sonra yukarı
köylere doğru yöneldik. Gercebahşiş,
Karalarbahşiş, Güneybahşiş köylerinde
Yörük kültürünü inceledik. Buralardan
Güney bahşişte ala kilimlerin bir başka
güzellikte dokunduğunu söylemeden
geçemeyeceğim. Bu bölgede dokunan
kilimler daha desenli ve daha canlı.
Güney köyünde keçeden halılara (yer
sergilerine) da rastladık. Misafir
olduğumuz genç Adnan'ın evinin
tabanında bu keçe halılardan vardı.
Keçenin üstü yer yer çiçek ve yaprak
desenleri ile donatılmıştı.
Yine
Güney köyünden Hüseyin Çetin’in evine.
Uğradığımızda bizi, evinin alt katına
indirdi. Açık kapıdan içeri- girince
önce pek bir şey göremedik, içerinin
karanlığına gözümüz alışınca kansı Ümmü
Çetin ile kızının bir ala kilim
dokumakta olduklarını fark ettik. Ana
kız tezgâhın arkasında iki metreye varan
genişlikte çalışmaktaydılar. Istarda ala
kilim bütün desenleri ile görülüyordu.
Bir metresini biri bir metresini diğeri
işlemekteydi. Bu işlenen hat tam ortada
ve hiç bir ayrılık söz konusu olmadan
bileşmekteydi. Tam ortadan kilim ikiye
kapansa sağ ve soldaki desenler hiç
şaşmadan bir birinin üstüne gelirdi. Tam
bir simetri vardı. Biz iki ayrı kişinin
işlemekte olduğu bu kilimi görünce desen
kâğıdım istedik. «Desen kâğıdı yok»
dediler. Göz ucuyla araştırdım.
Gerçektende desen kâğıdı yoktu. Bütün bu
nakışlar, desenler iki ayrı kişinin
kafasından, bir nakıs, olarak nasıl
çıkıyordu bir türlü anlayamamıştım.
Bütün bu
desenler acaba nereden geliyordu?
Kendilerine sorduk. Bu desenlerin bir
kısmı atalardan kalmaymış. Bir kısmını
da kendileri kafalarından
çıkarmaktaymışlar. İşte buydu! Türk
kültürünün ince yanı ve özelliği.
Daha bu
gezimizi planlarken,
“Kök boya” denen
boya cinslerini de araştırmayı
düşünmüştük. Bu konuyla ilgili
sorularımızı Hüseyin Çetine yönelttik:
“Biz kök boya diye bir boya cinsi
biliyoruz. Bununla ilgili çok şey
duyduk. Bu boyalar nasıl bir hangi
ağaçlardan, ya da hangi otlardan elde
ediliyor? Bize bu konuda ne
söyleyebilirsin?” Hüseyin ağa bize şöyle
dedi; “Bu gün için bu boyaları yapıp da
kullanan yok. Eskiden vardı. Bu boyalara
solmaz boya da denmesi doğru olur. Çünkü
bu boyalarla yapıla kilimler hiç bir
zaman solmaz. Herke işin kolayına
kaçıyor. Yünü suni boyalarla
boyatıyorlar. Ama yine de hatırladığım
kadarıyla söyleyeyim. Karamuk bitkisinin
köklerinden ve kendisinden; sarı,
meyvesinden; mor, Kınadan; Kırmızı, Arap
Kızı (saçı) otundan; mavi. Ardıç giliğinden (çekirdeğinden) Kahverengi ve
Yeşil, Cevizin kabuğundan: Yeşil, Nar
kabuğundan; Kahverengi renk boya
çıkarılırdı. Nasıl. çıkarıldığını
unuttuk. Geldi geçti bir şey. Yapmayalı
yıllar oldu. Ancak; genel olarak bu
kökler, ağaçlar, kaynatılır, suyun içine
yaz yünleri atılır ve yün boyama işi
gerçekleştirilirdi.”
![](../../images/yoruk_kulturu_d004.jpg) |
![](../../images/yoruk_kulturu_d0001.jpg) |
Hüseyin
ağanın çok güzel Kirmen (Eğirtmeç)
yaptığını bize bir başka Yörük
söylemişti. Kendisine bize bir kirmen
göstermesini söyledik. Şimşir ağacından
yaptığı bir eğirtmeci gösterdi ve bize
hatıra etti. Kirmen on beş santimetre
kadar birinin deliğine geçen ve orta
yerinde dar, uzunlukta uçları aşağıya
doğru inen ince bir orta ağacı bulunan,
ip eğirmekte kullanılan bir araçtı.
Genel olarak meşe, şimşir, ladin, katran
ağaçlarımdan yapılmaktaymış.
YÜRÜYEN
İNSAN
Yörük
kelimesinin anlamı araştırılır ise
“Yürüyen Türk insanı” anlamına geldiği
sonucuna varılır. Buradaki yürüme manası
konargöçerlik anlamında kullanılmıştır.
Yaz mevsiminde yaylalarda
konaklanılması, kışın ise sahil yerlere
inilmesi, hayvan beslemenin gereği
olarak görülmüştür, işte bundan dolayı
Toroslar üzerinde yaşayan bu insanlara
da ataları gibi Yörük denmiştir.
Bahar geldi
mi bir başka coşar Yörükler. Göç vardır
o zaman. Soğuk pınarların aktığı, başlan
dumanlarla kaplı dağların bulunduğu,
yemyeşil otların bütün her tarafı
kapladığı yaylalara doğru. Nasıl coşmaz
insan, nasıl sevinmez?
Göçler de
bir başka dünya yaşanır. Genç ihtiyar
herkesin dilinde bir türkü olur. Her
konak yerinde bir yakım yakılır.
Anamur’lu mahallî sanatçı,
keman üstadı Ahmet Bülbül şöyle anlatır bu Sarı Yaylalara göçü:
“Of! Bizim obalar göçüncekte her dereler
anam, ah yurd olur-Of- Senin söylediğin
sözlerde benim içerime ah, dert olur
-Senin benden ayrılmanda bunun ile
yavrum dörd olur, dört olur of. — Kara
toprağa girmeyincekte ayrılmam senden
anam hey, hey, sürmelim hey, hey, a
dağlar hey// yavrum aman, ay abam hey,
kuşağı - Kara topraktır da yavrum koç
yiğidin döşeği - Of! Zaman gelirde bizde
geldikte geçtik dersin, a geçtik, a
geçtik hey, a geçtik hey// Of! Muarlar
goyağıda akar akarda a sevdiğim, ay anam
hey, bulanır vay - Of! Bizim Anamur'un
göçüde Guru Ağaç dönmesini ah dolanır -Abanuz
çeşmesinden de güzeller yavrum sulanır,
sulanır, sulanır vay, vay - Çekip gider
Barçın Yaylasına da bir güzel hey,
sürmelim hey, a dağlar hey, hey// Of!
Ismahan elidir de sevdiğim bizim, aman,
anam, ah gölümüz - Of! Ördek uçtuda
geren kaldı da, yavrum aman, ay abam hey
gölümüz - Senin ile böyle miydi, a güzel
gavlimiz, gavlimiz vay vay vay - Gavil
yatağına dolamda görüşelim de. Sevdiğim
güzel hey, hey, hey, ay anam, hey, a
dağlar hey.//” Bu San Yayla türküsünü
böyle okuyan Anamur’un kıymetli
sanatçısı Ahmet Bülbül' dür. Bu gün, de,
bu Yörük havalarının yaşatılması, ortaya
çıkarılması için yoğun bir caba
içindedir.
Anamur’un
mahalli çalgıları; Davul, Koca Kaval,
Kabak Kemanidir. Fakat bu çalgılardan
kavalın yerini zamanla Klarnet, Kabak
Kemanenin yerini de Keman almıştır.
MAHALİ
SANATÇILAR
Anamur
çevresinin, Toroslarda yaşayan diğer
Yörüklerle bazı havalan benzeşirse de;
kendine has birçok havası vardır. Sadece
ve sadece Anamur’a ait Kemancı Ahmet
Bülbülün çalıp söylediği Sarı Yayla
türküsü diğer ilçelerce de kendine mal
edilmeye çalışılmaktadır. Anamur’lu
sanatçılar “Bunun bir kopyadan ibaret”
olduğunu söylemektedirler. “Nasıl
Mevlana’mıza Fars'lılar, Karagözümüze
Yunanlılar, Yunusumuz’a bir başkası
sahip çıkmak istiyor. Yani güzel olana,
iyi olana herkes sahip çıkmak istiyor.
Anamur’un Sarı Yayla türküsü de güzel
olduğu için, çevre ilçeler de sahip
çıkmak istiyor...” ama şu var ki onlarda
Yörük ve bizimle birlikte gelip Taşeli
Platolarına birlikte yerleşmişler. Bu
kadar benzeşme de aynı milletin
çocukları arısında elbette ki olacak.
Anamur’un
mahalli çalgılarını çalan, birçok sanata
var. Bunlar arasında Davulda: Kara Yılan
'ı, Kara Tevfik 'i, Dıvır-dış'ı saymak
mümkün. Bunlardan her halde sadece
Karayılan halen hayatta. Yeni birçok
genç kesimden müzisyen de geliyor. Keman
da ise: Ahmet Bülbül'ü. Klarnet de ise:
Yörük Bayram' ı (rahmetli oldu) Ali
Derya'yı (rahmetli oldu) , Şafak
Küçükderya’yı, Pampela’yı, Hakan
Küçükderya’yı saymak gereklidir.
SONA
DOĞRU
Orta
Asya'nın, Tanrı Dağlarından şahlanıp,
Viyana kapılarına dayanan Yüce Türk
Milleti'nin gerçek evlatlarından;
Türkmen Yörükler, yine aynı ruh ve
düşünce diriliği içinde, dimdik
ayaktalar.
Toroslar
üzerinde yine ata binip, mehterin -vurup
Viyana kapılarına dayanılacak günleri
beklemekteler. Bir takım Vakıfların,
azınlık uzantısı, Sevr yardakçılarına,
ayrılık yaratma heveslilerine rağmen,
Türk olmanın bilincini taşıyorlar.
Oylum oylum türküler, nakış nakış dağlara
işlenmekte...
Genç Yörük
kızlarının türküleri, ilmek ilmek ala
kilimlere yansımakta.
Becerikli ellerce kilimlerin üzerine
islenen motifler. Orta Asya Türkmen
uygarlığının, Türk zevk ve kabiliyetinin
en güzel misallerini göstermekte.
Çulfallık
denen dokuma tezgâhlarında
çalışan kızların elleri,
modern
fabrikalarını dişlilerini. Türküleri;
motorların çıkardığı sesleri andırmakta,
ilmek ilmek, nakış nakış, desen desen,
renk renk işlenen kilimler bir renk
prizması oluşturmakta. Gökkuşağı gibi
parlamakta. Yarının Türkiye’sinin
aydınlık ufuklarına renk ve ışık
vermekte...
Selam
olsun, Toroslardaki Yörüklere...
Analara, bacılara, ağalara, beylere...
Selam olsun, Türkmen Koçyiğitlerine,
ceylan bakışlı, pembe yanaklı, üçetekli
sevgililere...
Çınar ARIKAN
(Bu Yazı İçel Kültürü Dergisinde
Yayımlanmıştır.)
|