HALK
OYUNLARI
ve TÜRKÜ HİKÂYELERİ
ANAMUR YOLLARI
GAYRAK ÇAKILLI(*)
Bin sekiz yüz elli altıda
Islahat(1)Fermanı(2) yayınlandı. Osmanlı
topraklarında yaşayan Müslümanlar ile
gayrimüslimler(3) bu ferman ile eşit
sayıldı. Islahatlar bin sekiz yüz otuz
dokuzdaki Tanzimat Fermanı ile
başlatılmıştı.
Bin sekiz yüz otuz dokuz, bin sekiz yüz
elli altı arası Osmanlı’da gayrimüslim
olanların lehine olan ıslahatların
yapıldığı yıllar.
Bu durum bin sekiz yüz yetmiş altı yılına,
ikinci Abdülhamit’in tahta çıkışına
kadar devam edecekti.
Islahatlar demokrasinin yaygınlaşması,
azınlıklara daha çok haklar getirmesi
yanında çok çabuk başka sonuçlar da
getiriyordu. Ülkede huzursuzluk ve
devlete karşı ayaklanma hareketleri ile
ıslahatlar karşılık buldu. Hep böyle
olmuyor muydu? Ne zaman birilerine bir
hak ve hürriyet tanısan daha fazlasını,
daha fazlasını istemiyor muydu?
O dönem içinde gayrimüslimlerin asıl
istekleri haklar ve hürriyetler değil,
ülkenin içinde bağımsız devletçikler
yaratabilmekti.
Yenilikler, ıslahatlar, düzenlemeler,
azınlıkların lehine gelişirken, içinde
bulundukları hayat şartlarında da
hissedilir iyileşmeler ve refah
sağlıyordu.
Müslümanlar için ise durum hiç de iyi
değildi. Yıllardır insanlar o cepheden o
cepheye gitmişlerdi. Hayat şartları
zorlaşmış, üretecek insan azalmış,
insanlar yiyecek ekmek bulamıyor, hasta,
aç, perişan oluyordu.
İnsanlar çaresiz, açıkta, ilaçsız, aç...
Hastaya ilaç yoktu, çalışana aş. Soğan
ekmek yiyordu insanlarımız yahut
bulamaç.
Yılardır cephelerde savaştıkları için genç
nesil azalmış, yaşlı erkekler, dul
kadınlar, genç kızlar kalmıştı geriye.
Yapılan ıslahatlarla hak kazananlar ise
günden güne hem ekonomik olarak, hem de
kendi aralarında birleşerek güçleniyor,
çeteler kurarak ülkede çeşitli oyunlar
başlatıyor, devletin adım adım çöküşünü
hazırlıyorlardı.
Bin sekiz yüz yetmiş altıda İkinci
Abdülhamit’in gelişi ile birlikte
birtakım dümenlere dur deniliyor; ama
fitne ve fesat hareketleri ülkenin her
tarafında devam ediyordu. Millet-i
Sadıka(4) olanlar bile padişaha suikast
düzenleyebiliyordu.
İkinci Abdülhamit’in daha tahta çıkışının
sene-yi devriyesinde(5) Osmanlı-Rus
Savaşı patlak verdi. Rusların başarıları
sonucunda Kars, Ardahan, Batum ve
Balkanların kuzeyi elimizden çıktı.
İngiltere de fırsattan yararlandı. Mısır
gitti. Fransa Tunus’u, Avusturya Bosna
Hersek’i, Yunanistan Girit’i işgal etti.
Bulgaristan bağımsız oldu.
Bütün bunlarla kalsak iyiydi. Daha ne
savaşlar yapıp ne topraklar
kaybedecektik!
Yıl 1892. Anamur’un Kızılca(6) köyünde bir
bebek dünyaya geldi. Anası, babası
yoksuldu bebeğin. Yoksul olan ana babaya
bir baş nüfus, bir boğaz daha
ekleniyordu.
Baba çiftle, çubukla uğraşırdı. Ana ise
keçileri dağlarda yayıltır, güderdi.
Ne zahmetler çekmişti keçi güderken. Bir
yanda karnında çocuğu taşımak, bir
yandan da keçileri gütmek. Gebe olmak,
dağ başlarında bunlara katlanmak zordu.
Eve gidince yapılacak bir sürü iş,
çocuklara aş, çamaşır.. Kolay değildi
köy yerinde.
Kızılca Köyü Anamur’un kuzey doğusunda
Toros dağlarında, altmış kilometre
uzaklıkta, Taşeli Platosu üzerinde yer
alıyordu.
Taşeli’nin yüksek dağlarında yoksulluk,
açlık, ilaçsızlık, doktorsuzluk içinde
kolay mıydı çocuk yapmak?
Keçi güderken sancılanmıştı. Dağın başı,
kimsecikler yok. Ne yapmalıydı?
Ağaçların arasında, pürlerin üzerine
doğru uzanıvermişti. Bir adım atabilecek
takâti(7) bile kalmamıştı. Tırnakları
ile pürleri avuçlayıp yumcalayarak(8),
ağaçların dallarına tutunarak kıvrana
kıvrana doğurmuştu çocuğunu. Analık bu
kolay mı? Göbek bağını kesmesi
gerekiyordu. İki taşın arasına aldığı
göbek bağını kesip koparmıştı zavallı.
Kan ve revan içinde kalkmak zorunda
kaldı. Bebeği azık çıkısına(9) sarmış,
dışını da ceketi ile kapatmıştı.
Keçiye yön verdi, köyün üstüne doğru. “Ciç..ciçç(10)”
dedi, avazı çıktığı kadar. Keçiler
köyden yana yol almaya başlamışlardı.
Koşar adımlarla geldi evine.
Evdekilerden keçinin önüne koştu
birkaçı..
Gitme demişlerdi o gün. Ama daha günü var
sanıyordu. Meğer gün gelip çatmış da
haberi yokmuş kadının. Bilememişti
çocuğun ne zaman doğacağını.
Köydeki yaşlı ebe kadınlar toplanıverdiler
evine. Bir güzel yıkadılar bebeği,
tuzladılar. Kırk taş hazırladılar kırk
gün bebeği çimdirmek(11) için. Adetti
Yörüklerde. Bebek doğunca kırk çakıl
taşı toplanır, çocuk yıkandırılıp
durulanırken bu kırk taşın içine su
katılır ve bu sudan bebeğe dökülerek
çimdirilirdi. Güzelce yıkadılar kadını
da.
Bebek yıkanmış, temizlenmişti. Bir
kulağına ezan okudular, bir kulağına
gamet... Adını da Ahmet koydular
peygambere hürmeten.
Ahmet; gün geçtikçe serpiliyor, yakışıklı
güzel bir çocuk oluyordu. Aradan bir
hayli yıl geçti. Ahmet büyümüş yağız bir
delikanlı olmuştu.
Günler ayları aylar yılları kovaladı.
Ahmet 16 yaşında bir delikanlı olmuş,
yıl 1908’e gelmişti. Tahtta İkinci
Abdülhamit vardı. İttihat ve Terakki’nin
çalışmaları sonucunda ikinci defa
meşrutiyeti ilan etmişti.
Meşrutiyete karşı olanlar ayaklanma
çıkarmıştı. Selanik’te bir ordu
hazırlandı. Bu ordu İstanbul üzerine
yürüdü. Ordunun başında da Mustafa Kemal
vardı. İstanbul’a giren ordu 31 Mart
vakası denilen bu ayaklanmayı
bastırdığında yıl 1909’du.2. Abdülhamit
tahttan inmiş yerine 5. Mehmet geçmişti.
Bu tarihten itibaren Osmanlı’yı İttihat
ve Terakki Cemiyeti yönetmeye
başlamıştı.
Burası köy yeri. Haberleşme yok. Hiçbir
şey duymuyorlar, öğrenemiyorlar.
Memlekette ne oluyor, ne bitiyor
bilmiyorlardı. Bazen askerden birileri
döner, bazen uzak şehirlere birileri
ticaret yapmak ve mal getirmek için
gider, ancak onlardan öğreniyorlardı
memleket haberlerini.
1908–1909 yılları Ahmet’in Taşeli’nin
uçsuz bucaksız dağlarında gezip
dolaştığı, çayırlarında güreş tuttuğu,
bileğinin bükülemediği, bir ceylan gibi
sıçrayıp koştuğu, av yaptığı gençliğinin
baharı, başında kavak yellerinin estiği,
sevdaya tutulduğu yıllardı.
Ahmet’in anası gibi; çobanlık yapıp
keçileri güderdi Gülizar Kız.
Sevdalanmıştı Ahmet Gülizar Kız’a.
Çocukluğundan beri tanırdı Gülizar Kız’ı.
İlk gönül düşürmesi köyde yapılacak bir
düğünden önce, gençlerin dibek(12)
başında keşkeklik(13) buğday ve darı
dövdüğü günde başlamıştı.
Sıra ile köyün gençleri dibekte keşkeklik
buğdayı, darıyı(14) işin ehli bayanların
gözetiminde, önce ıslatıp sonra
dolduruyorlardı dibeğe. Kepertmek(15)
için solkularla(16) dövü-yorlardı
dibekteki buğdayı ya da darıyı.
Keşkek düğünlerin başyemeğidir Taşeli’de.
Keşkek iki türlü olur. Yahnili ve
yoğurtlu. Keşkek için darı ve mısır önce
bir kapta ıslatılır. Taş dibeklerde
solkularla dövülür. Sonra güneşli bir
yere somatlar(17) üzerine serilerek
kurutulur. Dibeklerde kepertilmiş ve
ayrılmış olan kabuklar rüzgârda
yellenerek(18) ayrılır. Keşkeklik
malzeme pişirilmeden önce akşamdan suya
ıslatılır. Islatılan su sabah süzülerek
darı ya da buğday kazanlara
yerleştirilir. Bol bol su konularak
pişirilir. Pişen ve koyulaşıp kıvama
gelen lapalara, üzerine yoğurt koyup
kekik ve nane serpilerek servis yapılır.
Ya da kemikli kızartılmış et, soğan
nohut ve kırmızıbiber karışımı ile sulu
et sosu lapanın üzerine konularak
yenilir.
Yapılan bu çalışma, düğünün başyemeği
olacak keşkeğin darısını veya buğdayını
dövmek, kabuğunu ayırıp kepertmek
içindi.
Ahmet cami önündeki taş dibekte keşkeklik
buğday döven gençleri görmüş, oraya
varmıştı.
—Kolay gelsin. Hayırlı olsun.
—Sağol Ahmet. Haydi bakalım, sen yeni
geldin. Al solkunun birini de dibeğin
başına geç, sabahtan beri solku
vuranların biraz kolu yeğnilsin.(19)
—Ben şu anda solku vurmam.
—Niye?
—Niye olacak, başladıkları dibeği bir
çıkarsınlar. Sıra bana öyle gelsin. Hem
benim karşımda solku vuracak olan,
dibekteki buğday kepermeden ben yoruldum
diye, işi yarım bırakmamalı. Böyle
karşımda solku vuracak birisi varsa,
çıksın ortaya.
—Ben varım, dedi bir kız. Bu Gülizar’dan
başkası değildi.
Ahmet dönüp sesin geldiği yöne baktı. Aman
Allah’ım o ne güzellikti? “Ne güzel
yaratmış, seni yaratan.” diye içinden
geçirdi. Bugüne kadar neden fark
etmemişti Gülizar’ı. Oysa ta çocukluktan
beri tanırdı, görürdü Gülizar’ı.
Uzun saçlıydı, saçları belik belik
örülmüş, fes altına taktığı oyalı
alınlığın altından ta beline kadar
inmişti Gülizar’ın saçları.
Fidan boyluydu, gök bir öncek(20)
takmıştı. Yanakları allanmış, al edikli
bir kız. Gözlerinin önüne siyah sürme
çekmiş iri gözleri daha da bir ortaya
çıkmış, melül melül(21) bakıyordu kız.
Biraz duraklayıvermişti bu meydan okuma
karşısında Ahmet. Gülizar’ın gözlerinin
ta içine baktı. Gülizar’ın gözlerine
bakışıyla birlikte sanki bütün dünya
güzelliklerini görüvermişti. Yüreğine
bir od(22) düşmüştü. Hançer vurmuşçasına
bir sızı hissetti yüreğinin
derinliklerinde. Neden sonra kendisini
toparladı.
—Solkuyu vurduğumuzda birazdan görürüz
bakalım, dedi.
Yeni buğday dibeğe yerleştirildiğinde
Ahmet ile Gülizar dibek başında
ellerinde solkular yerlerini almışlardı.
Solkular ritimliymiş gibi dibeğin
içindeki buğdaya iniyor, kalkıyor, biri
indiriyor, bir diğeri kaldırıyordu. Ne
sıra bozuluyor, ne de bir karışıklık
yaşanıyordu. Öyle bir vuruştu ki bu,
dibekten bir buğday tanesi bile dışarı
sıçratılmıyordu.
Dibeğe konacak buğdayı ayarlayıp
yerleştiren kadın:
—Biraz hızlıca vurun, buğday biraz
kepersin bakalım.
Bu uyarı üzerine “Hııh. Hıhh.” diyerek bir
Gülizar bir Ahmet dibeğe solkuları
indirmeye başladılar.
Biraz sonra Gülizar solkuyu kaldırdığında
Ahmet’in yüzüne baktı. O anda onun da
kendisine baktığını görünce heyecanlandı
biraz. Elindeki solkuyu daha Ahmet’in
dibeğe indirdiği solkuyu kaldırmasına
fırsat vermeden “kütt” diye diğer
solkunun başına indiriverdi. Ahmet’in
eline koz geçmişti.
—Ben dememiş miydim? Kimse benimle solku
vuramaz diye.
Gülizar Kız buna biraz bozulmuş biraz
kızarmış, biraz da belli etmemek için
solkuyu yavaşça dibeğin dibine
koyuvermişti.
Ahmet’in gönlüne düşen od onu günden güne
ateş gibi yakmaya başlamıştı. Gülizar
Kız’ı görmek, onunla konuşmak için tenhe(23)
bir yer gözlüyordu.
Bir akşamüstü uzun takiplerden ve peşinde
dolanmalardan sonra Gülizar’ı tenhede
yakalamıştı.
—Gülizar, o gün solkuyu neden vurduğunu
biliyorum. Az kalsın tepeme
indireceğedin gız.
—Neye vurmuşum?
—Bana baktın.
—Suç mu işlemişim?
—Yoo! Ama ben sana neye bakmışsam, herhal
sen de onun için baktın.
Gülizar Kız’ın al al olan yanakları biraz
daha kızardı, bunaldı, koşarcasına
oradan uzaklaştı.
İkisi de bu olaydan sonra birbirlerini
görmek istiyorlardı. Böylece günler
günleri kovalarken Ahmet de Gülizar’ı
kovalamaya başladı. Dağlarda, tenhelerde
buluşup, görüşüp, konuşur oldular.
Aşkları gün geçtikçe bir tutkuya
dönüşmeye başlamıştı.
Çocukluğundan beri Karacoğlan’ın
şiirlerini hem büyüklerinden duymuş, hem
de birkaç tanesini ezberlemişti.
Karacoğlan ne güzel ifade ediyordu
aşkını. Karacaoğlan’ın şiirlerinde
teselli buluyordu. Bilenlere okutuyor,
bildiklerini kendi kendine
mırıldanıyordu.
Bir sabah su almak için gittiği kuyu
başında karşılaştıklarında Gülizar’a:
—Bak sana şimdi bir Karacaoğlan şiiri
okuyacağım, bunu can kulağı ile dinle.
—Oku bakalım neymiş bir duyalım.
Ahmet okumaya başladı:
“Sabahleyin uğradım ben bir güzele
Görse de görmezden gelir yar beni
Düştüm ateşine yandım tutuştum
Karakaşlım ne hâldayım gör beni.
Oturmuş sevdiğim zülfünü(24) tarar
Gönül Mecnun olmuş Leylâ’yı arar
Korkarım sevdiğim bir kötü sarar
İşitirsem helâk(25) eder âr beni.
Ala gözlüm senin neslini bilmem
Öyle her kötüye meylimi vermem
Merd oğlu merdim ben sözümden dönmem
Çıktı sözüm yolunda bil yâr beni.
Karac’oğlan(Ahmet) der ulular ulusu
Başına vurunmuş çelenk eğrisi
Sana derim nazlım sözün doğrusu
Essah sözüm al koynuna sar beni.”
—Şimdi ne demek istiyon?
—Ne demek olacak Gülizar’ım? Aynı yastığa
baş koymak, çoluk çocuğa karışmak, eşin
yoldaşın olmak, seninle evlenmek
istiyorum.
Gözleri güldü Gülizar’ın. Demek Ahmet’in
sevdası geçici bir heves değildi.
Seviyordu kendisini. Sevindi Gülizar
sevildiğine.
Sabahlar olmuyordu. Güneşin çıkışını
sabırsızlıkla bekliyordu Ahmet. Gülizar
da öyle. Yatamaz olmuşlardı gasavetten(26),
gamdan, kederden. Mutlu günlerin
gelmesini, düğünün kurulmasını
bekliyorlardı hep. Mutlu günlerin düşü
ile uykusuz geçiyordu günleri, geceleri
âşıkların.
Yıl 1911 olmuştu. Ahmet on dokuz
yaşındaydı. Yakışıklı, karayağız,
tuttuğunu koparan, sevdasına erişilmez,
başı dik bir delikanlı olmuştu.
Delikanlılık çağı ile birlikte askere
gitme çağı da gelip çatmıştı. Bu,
aşklarının önündeki büyük bir engel gibi
duruyordu. Gülizar’la konuşup bir karar
vermeleri lazımdı. Askere gitmeden söz
kesilsin, Gülizar’la aralarında bir bağ
olsun istiyordu.
Gülizar düğürcü(27) göndermesini ve
kendisini istetmesini söylemişti.
Düğürcü gönderip istetti Gülizar’ı.
Vermişti ailesi. Zaten Gülizar’ın
anasının da haberi vardı Ahmet’le
Gülizar’ın konuştuklarından.
Aile arasında söz kesildi. Mutlu günler
devam ederken askerlik vakti gelip
çatmıştı.
Askere uğurlanmıştı Ahmet. Vatan borcuydu
bu ödenecek. Yapılacaktı bu görev
mutlaka. 1911 yılı sonlarıydı bu gidiş.
1911 yılında İtalya ile Osmanlı
Trablusgarp’ta savaşıyordu. Mısır’ın
İngiltere’nin elinde bulunması yüzünden
Trablusgarp’a karadan bir askeri takviye
gönderilemediği gibi, donanmanın
yeterince güçlü olmamasından dolayı
deniz yolu ile de takviye asker
gönderilememişti. Mustafa Kemal Demre ve
Tobruk’ta İtalyanlara karşı çok güçlü
direniş cepheleri kurmuştu. Başarılar da
kazandı. Ama bu sırada Balkan savaşları
patlak vermişti ve bu yüzden çabalar
sonuçsuz kalmıştı. Osmanlı iki cephede
Trablusgarp ve Balkanlar’da ancak;
Balkan cephesinde dört yerde birden
savaşıyordu. Uşi Antlaşması sonucunda
Trablusgarp İtalya’ya bırakıldı.
Sevdiğini köyde bırakıp asker ocağına
varmıştı Ahmet. Asker ocağı.. Bu ocak
peygamber ocağı diye anılırdı. Anası
öyle öğretmişti Ahmet’e. Vatan borcu,
namus borcu demekti. Namus borcu da her
şeyin üstünde idi. İnsan bir şeyi
sevebilirdi: Namusu. Vatan da sevilen,
sevdalanılan kızda namustu Yörüklerin
kültüründe.
20. yüzyılın başlarında Osmanlı Devleti
zayıf durumdaydı. Birçok cephede
savaşılması, devleti ve Türk halkını
zayıf düşürmüş perişan etmişti.
Savaşların ardı arkası kesilmiyordu.
Kendilerine tanınan haklar ile semiren,
vahşileşen azınlıklar Osmanlı’ya bir aç
çakalcasına saldırıyor, onu boğmak
istiyordu. Bu cesareti Balkan devletleri
de göstermişti. Rusya’nın desteği ile
kendi aralarında ittifak kurmuşlardı.
Bulgaristan, Sırbistan, Karadağ ve
Yunanistan ittifakın tarafıydılar. Tek
amaç vardı onlar için: Balkanlar’daki
Osmanlı topraklarını ele geçirmek,
Türkleri oralardan çıkarmak.
Balkan devletlerinin saldırısı ile savaş
başlamıştı. Takvimler 1912’yi
gösteriyordu. Balkanlar kan ağlıyordu.
Her taraftan dumanlar yükseliyor,
şehirler yanıyor ve insanlar çaresiz
ölümle yüzleşiyorlardı.
Bugünlerde Ahmet, acemi birliğinde
eğitimini tamam-laymış ve vatan borcunu
ödemekteydi. Çalışkanlığı, dürüstlüğü,
cesareti ve attığını vurması ile
başındaki komutanlarının hemen dikkatini
çekmiş, önce onbaşı sonra da çavuş
olmuştu. Artık o Ahmet Çavuş’ tu.
Balkan cephesine Osmanlı asker
gönderiyordu. Balkan cephesinde dört
kolda çarpışma vardı. Ahmet’in de içinde
bulunduğu askeri birlik Balkan cephesine
gönderilmişti. Dört ayrı devlete karşı
savaşılıyordu. Osmanlı’nın askeri gücü
ihtişamlı dönemlerindeki gibi değildi.
Askeri komutanlar arasında da birtakım
anlaşmazlıklar vardı. Askerlerin
savaştığı cepheler arasında da bir
koordine ve bağlantı kurulamıyordu.
Üstelik savaşan askerin ihtiyaçları da
karşılanamıyordu.
Zor şartlar altında dört cephede birden
savaşan Osmanlı askeri başarısız olmakta
idi. Savaş.. Bütün kanlı yüzü ile devam
ediyordu. Vatan borcu diyen Mehmetçikler
direniyor, ancak cephelerden yenilgi
haberleri peş peşe geliyordu.
Ahmet’in birliği Karadağ cephesinde
çarpışıyordu. Düşman ateşi altındaydılar
saatlerdir. Düşman topçusu bulundukları
mevziî durmadan top ateşine tutuyor,
mevziden çıkıp ateş dahi edemiyorlardı.
Zaten düşman topçusu atış menzilinin
dışından bombalıyordu. Her taraftan
dumanlar yük-seliyor, top sesleri
birbirini izliyor, barikatlara(28) düşen
top mermisi ile insanlar etrafa
saçılıyor, cansız bedenler yerlere
düşüyordu. Ateş edemiyorlar, sadece
siperde kendilerini koru maya
çalışıyorlardı. Şarapnel parçaları
kulaklarının dibinden vızıltılar
çıkararak geçiyordu.
Bu sefer çok yakına düşmüştü düşman
topçusunun güllesi. Bir ışık, kulakları
sağır eden bir patlama. Yaralanmıştı
Ahmet Çavuş. Dizinin alt tarafına
saplanmış yarısını koparıvermişti,
ayağının şarapnel parçası. Kemik
kırılmış, bir tutam et tutuyordu dizden
aşağısını. Fışkıran kan ve Ahmet
Çavuş’un:
—Yandım anam!” sesi. Başka bir şey
söyleyememiş, öylece olduğu yere
yığılıvermişti.
Cephelerden gelen bozgun haberleri
Ahmet’in köyüne kadar ulaşmıştı. Karadağ
cephesinde çarpışan askerlerin tümünün
şehit olduğunu öğrenmişlerdi. Ahmet
Çavuş’un da bu şehitler arasında olduğu
bildirilmişti köye.
Gülizar acı haberi almış, Ahmet cephede,
Gülizar köyünde kalbinden vurulmuştu.
Gitmişti, şehit düşmüştü Ahmet. Namus
uğruna, vatan uğruna, şühedâ uğruna
şehit düşmüştü. Günlerce ağladı, ah etti
inledi. Ne acı bir kaderdi bu. Oysa ne
hayâller kurmuştu. Ahmet’in yolunu
gözlüyordu. Ahmet değil, acı haberi
gelmişti. Gitti giderdi Ahmet. İçi
yanıyordu, çaresiz. Bir ilaç, bir çare
yok muydu bu derde? Yoktu, çaresizdi
ölüm. Teselli etmeye çalışmışlardı; ama
ne gam! Bu teselli etmekle düzelecek bir
durum değildi.
Günler sonra... Edirne’nin gerilerinde
kurulmuş bir sahra hastanesi. Gözlerini
açmıştı Ahmet Çavuş, kendine gelmişti.
Ne oldu ne bitti? Hiç bilmiyordu.
Gözünün önünde bir ışık demeti,
kulakları sağır eden bir patlama ve
vızıltılar çıkarak giden şarapnel
parçalarının ayağına çarpışı.
Yattığı yerden birden doğruldu. Ayağına
doğru uzandı.. Yoktu. Yoktu işte. Sağ
ayağı diz altından kesilmişti.
Şarapnelin açtığı yara o kadar büyüktü
ki sahra hastanesindeki doktorlar, ayağı
kesmekten başka çare bulamamışlardı.
Biraz daha beklense kangrenden bütün
bacak gidecekti. Kangreni önlemek için
ayağı diz altından kesmişlerdi.
Köyünü düşündü Ahmet Çavuş. Ne haber
gönderebilir, ne de köye gidebilirdi. Bu
tek ayak artık iş görmezdi.
Hastanede uzun süre kalması gerekiyordu.
Doktorlar öyle demişlerdi. Üzülüyor,
düşünüyor, durumuna bir yandan da isyan
ediyordu. Keşke şarapnel göğsüne gelse
idi de oracıkta can veriverseydi.
1913 yılı gelip çatmıştı. Arnavutluk
bağımsızlığını ilan etmiş, Yunanistan da
Ege Denizi’ndeki adalara asker
çıkarmıştı.
Balkan Savaşları sonunda 1913’te Londra’da
yapılan antlaşma ile savaş sona ermişti.
Edirne dahil Balkanlardaki tüm topraklar
Osmanlı’nın elinden çıkmıştı.
Bir od düştü yüreğine Gülizar’ın, ölüm
haberi yüreğini ateş gibi yakmıştı.
Yakıyor da yakıyordu. Yüreği kara bir
yumak gibi toparlanmıştı. O güzel
yüzündeki gülücüklerin yerini gözyaşları
almıştı.
Güzel kızdı Gülizar. Çok beğeneni, çok
peşinden koşanı olmuştu. O Ahmet’i
sevmiş, ona gönlünü açmıştı.
Köydeki delikanlılar ölüm haberinin
üzerinden bir hayli zaman geçtiğinde
rahat bırakmamışlardı Gülizar’ı. Bazı
köy kadınları da:
—Ölenle ölünmez, hem evde mi kalacaksın?
Ölüm hepimizin başında. Böyle yapma!
diyorlardı. Anne ve babası da aynı tür
sözler söylemişlerdi:
—Gel gelin ol, yuvanı kur. diye dil
döküyorlardı. Gülizar söylenen sözlere
hiç aldırış etmemiş(29), en ufak bir
meyil de göstermemişti kimseye.
Babası Gülizar’ın bu tutumuna günden güne
sinirleniyor, ara sıra da annesi
aracılığı ile haber gönderiyordu.
—Söyle kıza, bak isteyenlerden birine
veririm. Kendi gönlü ile birini kabul
etsin, diye. Gülizar hiç oralı olmuyor,
gönlündeki ateş ile kenarda kıyıda,
dertlenip, ağlıyor, sıkıntısını, derdini
ta yüreğinin derinliklerine gömüyordu.
Yürek yarasının acısına bir de ana
babasının üstüne üstüne gelmesi, iyice
perişan etmişti.
Bir gün akşam yine isteyiciler(30)
gelmişti Gülizar Kız için. Artık yeter
deyip babası kararını vermiş, son
taliple söz kesilmesini
kararlaştırmıştı. Birkaç gün sonra aile
arasında yüzük takılarak söz kesilmiş,
düğün günü üzerinde anlaşılmıştı. Ne
yapacağını bilemiyordu Gülizar. Kaderin
cilvesi onun sevdiğine kavuşmasını
önlemiş, başka birine yâr ediyordu.
Hatırladı Ahmet’in kendine okuduğu
Karacaoğlan şiirini:
“Korkarım sevdiğim bir kötü sarar
İşitirsem helâk eder âr beni “ demişti.
Dertlendi, ama çaresizdi.
“Zamanı uzatmayalım.” denilerek takılmıştı
nişan. Sonra da düğün günü gelip
çatmıştı. Düğün yapıldı. Gülizar gelin
olmuyordu sanki ölüme gidiyordu. Yüzüne
örtülen telli duvağının altında
gözlerinin pınarları kuruyuncaya kadar
gözyaşı akıtıyor; ama kimseler onu
görmüyordu.
Düğünden sonra köyde kalmadı Gülizar.
Evlendiği gençle birlikte Anamur’a
göçtü. Anamur’da yaşamaya devam
ediyordu. Tabiî buna yaşamak denirse...
Ahmet Çavuş, Sahra hastanesinde ilk
yattığı günden beri kendisiyle yakından
ilgilenen bir yüzbaşı ile tanışmıştı.
Kenan’dı bu yüzbaşının ismi. O
yüzbaşının da Balkan Savaşı’nda ayağı
kopmuştu. Gelirdi Ahmet Çavuş’la
konuşur, onu teselli ederdi, kendisinin
teselliye ihtiyacı olduğu halde. Ahmet
Çavuş onun sayesinde hayata tutunmuş,
yaşama ümidini yeniden
kuvvetlendirmişti.
Kenan Avrupa görmüş, mektepte okumuş,
mürekkep yalamış ve aynı zamanda çok iyi
kanun çalan bir insandı. Hastanede kanun
çalar, hastalar onu dinlerler, bu yaralı
perişan hallerine onun çalıp söylediği
şarkılar ile bir teselli ararlardı.
Kimisi de bu şarkılar ile dertlenir,
derin düşüncelere dalardı. Ahmet Çavuş
onun kanun çalışını hayranlıkla izler,
can kulağı ile şarkılarını dinlerdi.
Ahmet Çavuş’un kanun çalışını dikkatle
izlemesi, el hareketlerini takip etmesi
Kenan Yüzbaşı’nın da dikkatinden
kaçmamıştı. Bir gün ona:
—Gel sana öğretiyim, şu kanunu, dedi.
—Bilmem ki yüzbaşım. Öğrenebilir miyim?
—Öğrenirsin, öğrenirsin. Senin bu kanuna
müthiş bir ilgin var, bakışlarından bu
anlaşılıyor Ahmet Çavuş.
Yüzbaşı Kenan verdiği dersler neticesinde
birkaç parçayı öğretmişti Ahmet Çavuş’a.
Bir gün doktorlar ayağının ölçülerini
aldılar Ahmet Çavuş’un. Ölçtüler,
biçtiler, bir şeyler planlıyorlardı; ama
Ahmet Çavuş anlayamamıştı. Birkaç gün
sonra bir tahta bacak getirmişlerdi
Ahmet Çavuş’un diz altına uygun. Onu
takıp takıştırdılar. Birtakım bağlarla
omzuna, ayağına bağladılar bu tahta
ayağı.
—Buna alış Ahmet Çavuş, bu ayakla yürümeyi
öğreneceksin.
Ahmet Çavuş bir yandan bu bacağına takılan
ayakla, koltuk değnekleri ile yürümeyi,
bir yandan da Kenan Yüzbaşı’nın verdiği
kanun derslerini öğreniyordu artık.
Zamanını kanun dersleri ve yürüme
çalışmaları ile geçiriyordu. Aynı
uygulamayı doktorlar Yüzbaşı için de
gerçekleştirmişler o da Ahmet Çavuş’la
birlikte yürüyordu.
Kanun çalmayı öyle bir ilerletmişti ki
Ahmet Çavuş’un adı hastanedeki yaralılar
ve hastalar arasında Kanunî Ahmet
Çavuş’a çıkmıştı.
Ahmet, nihayet yüreği kıpır kıpır köyüne
dönüyordu. 1914 yılı geldiğinde köyüne
dönebilmişti. 1911 yılında çıktığı
askerlik yolculuğundan 1914’te
dönebilmişti. Memleketten ne haber ne
bir söz duymuş, kendisi de ne bir haber
gönderebilmişti.
Köye dönmüştü dönmesine ya.. Yüreğini de
bir şarapnel parçası kopardı, götürdü
sanki. Sevdiği kız bir başkası ile
evlenmiş Anamur’a göçmüştü. Gülizar
evlenmişti. Ömür boyu kendisini mi
bekleyecekti? Evlenirdi tabii.
Ana, baba, kardeş hiç gözüne görünmemişti.
Askerde birikmiş hasretiyle, sevdası ile
son bir defa daha görmek istiyordu
Gülizar’ı. Gözünün önünde canlanırdı
Gülizar. Geçtiği sokaklarda, oturduğu
kıyıda, köşelerde...
Yerinde duramaz. İçindeki hasret,
sevdiğini son bir kez olsun dünya
gözüyle görme duygusu içini kemirir,
karar verir. Anamur’a gidecektir. Köyden
ayrılır.
Anamur ile Kızılca arasındaki altmış
kilometrelik gayrak(31), çakıllı, patika
yollardan kâh düşerek, kâh kalkarak, kâh
topal bacağı ile zıplayarak Anamur’a
doğru yol alır.
Gözlerinde hüzün, kalbinde yara,
sevdiğinin acısı bir mıh gibi oturmuş
yüreğine. Gönlünden geldiği gibi
dökülüverir türkü dudaklarından:
“Anamur yolları yâr yâr aman
Gayrak da çakıllı a canım sürmelim aman
Ben de bir yâr sevdim yâr yâr aman
Uyar da akıllı a canım sürmelim aman.
Anamur üstünü yâr yâr aman
Duman da bürümüş a canım sürmelim aman
Benim sevdiceğim yâr yâr yâr aman
Bu diyarda bir imiş sürmelim aman.”
Anamur yollarını cefa çekerek giden Kanunî
Ahmet Çavuş, çektiği bu eziyeti
türküsünde anlatır. Zamanla kabak kemani
öğrenir. Kemanla da türküsünü çalar.
Düğünlerde, bayramlarda okur. Bu
türküyü, diğer müzisyenler de sazlarıyla
çalmaya başlarlar. Kanunî Ahmet Çavuş’un
türküsü, sonra halka mal olur. Anamur
yolları türküsü dilden dile söylenerek
günümüze ulaşır.
(*) Anamur yöresinin halk oyunu.
(1) Islahat: Yenilik, iyileştirme.
(2) Ferman: Emir, kanun, buyruk.
(3) Gayrimüslim: Müslüman olmayan.
(4) Millet-i Sadıka: Sadık millet. (Ermeniler
için kullanılırdı.)
(5) Sene-yi Devriyesi: Bir yıl sonrası.
(6) Kızılca: Anamur’a 60 kilometre
uzaklıkta, şu anda Bozyazı ilçesine
bağlı Toroslarda bir köy.
(7) Takâti: Güç, hal, derman, bir şeyi
yapabilme, başarabilme gücü.
(8) Yumcalamak: Elleri, avuçları ile
sıkmak, buruşturmak.
(9) Azık Çıkısı: İçine yiyecek konulan
bohça, bez.
(10) Ciç: Keçiye yön vermek ve sürmek için
söylenen söz.
(11) Çimdirmek: Yıkandırmak, güzelce
yıkamak.
(12) Dibek: Keşkeklik mısır ve buğdayı
içinde dövmeye yarayan taştan oyulmuş
çukur.
(13) Keşkek: Dövülmüş mısır ve buğdaydan
yapılan düğün yemeği.
(14) Darı: Mısır.
(15) Kepertmek: Buğdayı ve mısırı dibekte
döverek kabuğundan ayırmak.
(16) Solku: Dibekte mısır ve buğday
kepertmeye yarayan ağaçtan yapılan büyük
çekiç.
(17) Somat: Yünden veya kıldan dokunmuş
sofra bezi.
(18) Yellemek: Rüzgâra tutarak kabuğu ile
tanesini birbirinden ayırma.
(19) Yeğniltme: Hafifletme, yorulanı
dinlendirme.
(20) Öncek: Çiğ iplikle ipekten dokunmuş
kumaştan etek.
(21) Melül Melül: Üzgün, garip, boynu
bükük.
(22) Od: Ateş.
(23) Tenhe: Kimsenin olmadığı, gözlerden
uzak yer.
(24) Zülüf: Saç.
(25) Helâk: Perişan etme, kötülüğü dokunma.
(26) Gasevet: Sıkıntı basması, bunalma.
(27) Düğürcü: Kız istemeye gedenlere
verilen ad.
(28) Barikat: Siper, engelliyici, koruyucu
yığıntılar.
(29) Aldırış Etmeme: Duymazdan gelme,
vurdumduymaz davranma.
(30) İsteyici: Kız istemeye gelenler.
Düğürcü.
(31) Gayrak: Akdeniz Bölgesinde kazma ile
kazılabilen doğa yapısı, taş cinsi.
|