ANAMUR'UN SESİ
"Anamur'un ve Anamurluların Buluşma Adresi ve Gerçek Sesi..."
arama   site haritası
 

 

KÜLTÜR
Folklor
Halk Oyunları
Anamur Hikayeleri-Şiirleri
Efsane-Masal-Atasözü...
Anamurlu Yazarlar ve  Kitapları
          - Şairlerimiz
          - Yazarlarımız
                 - Çınar Arıkan
                 - Ulvi Keser
                 - İbrahim Erdal
                 - Ahmet Almaz
                 - Fatma Zehra Fidan
                 - Gazi Mert
                 - Hüseyin Elmas
                 - Güngör Türkeli
                 - İsmail Kılınç
                 - Ethem Kahraman
                 - Mehmet Ali Tesbi
                 - Mehmet Tahir Şeref
                 - Hüseyin Osma
                 - Oğuzhan Müftüoğlu
Anamurlu Ünlüler
Anamur Gazete ve Gazetecileri
Dokuma ve El Sanatları

 

MEHMET ALİ TESBİ


1952 Yılında Mersin ili Anamur ilçesi, Karadere köyünde doğdu. İlk ve Ortaöğrenimi Anamur’da, yükseköğrenimini Adana’da tamamladı.

 

TMO’da Ajans müdürü, Mersin Alata Bahçe Kültürleri Araştırma Enstitüsünde Ziraat Yüksek Mühendisi olarak görev yaptı.

 

Yurtdışında Fransa’da tarımın değişik alanlarda çalıştı. Doktorasını Paris-Sabonne Üniversitesinde tamamladı.

 

Akademik yaşantısına 1986’da Yardımcı Doçent unvanıyla üniversitede görev alarak başladı. 1991 yılında doçent oldu. Fakülte bölüm başkanlığı, fakülte kurulu, fakülte yönetim kurulu üyelikleri, yayın kurulu başkanlığı, Fen Bilimleri Enstitüsünde Anabilim Dalı Başkanlığı yaptı. Yüksekokul müdürlüğü görevinde bulundu.

 

2002’de mahkeme kararıyla 1987’den geçerli olmak üzere profesör olarak atandı.
100’ün üzerinde bilimsel çalışması ve makalesi bulunmaktadır.

 

Fransızca ve İngilizce bilmektedir.

 

Mehmet Ali TESBİ yargı yolunda geçen yedi yıldaki anılarını “Bir Profesörlük Öyküsü” adıyla Kasım 2003 yılında Ziraat Mühendisleri Odası Mersin Şubesi Yayınları arsında yayımlatmıştır.

 

Bir Profesörlük Öyküsü Kitabının Önsözü;
 

ÖNSÖZ
 

Anı yazmak, ölümün elinden bir şey kurtarmaktır. Andre GIDE

 

Bir Profesörlük öyküsü adı altında kaleme alınan bu kitap, Fransa'nın başta gelen üniversitelerinden birinden diploma almış bir öğretim üyesinin, bilimselliği esas alması, ülkemizin bugününü ve geleceğini hazırlaması gereken bir kurum olan üniversitede yaşadıklarını, karşılaştığı olayları anlatmaktadır. Kitap, üniversitede "akıl " ve "bilim"lerini küçük çıkarlara teslim etmiş "bilim adamları"nın Bizans oyunlarını, neden oldukları çürümüşlüğü, haksızlıkları, üniversiteyi düne göre bugün daha çekilmez hale getirişlerini ortaya koymak için kaleme alındı. Tabii, boyun eğiciliğe karşı çıkarak, medeni cesaret ve eleştiri hakkı kullanılarak...

 

Kitapta, laik, demokrat, yurtsever ve çağdaş öğretim üyelerinin üniversite şartlarında nasıl ezilmek istendiği; kendi koyduğu kurallara kendisi ters düşen bir anlayış sergilenmeye, anlatılmaya çalışıldı.

 

Kitapta yer alan, ülkemizdeki "gülmece-arabesk yaşam’ın bir parçası olan olaylar, toplumun lokomotifi olan üniversite denen bir kurumda yaşanan yanlışlıklar açlığa vurulmak, kamuoyuyla paylaşılmak ve bu yolla• üniversitenin işlevlerini varlık nedenlerine uygun biçimde yerine getirmesine katkıda bulunmak istendi. Bu nedenle de kişi, yer ve kurum adları bilerek değiştirildi; yayımlanması uygun görülmeyen bölümlere ait yerler "(...)" şeklinde gösterildi. Çünkü burada anlatılan ve bizi ilgilendiren sorun, kişilerle değil, üniversite sistemiyle ilgilidir. Eleştirmenlerin, konunun bu yönüyle ilgilenmesi gerektiğine inanıyorum. Bu çerçevede, üniversitedeki güç tutkusunu ve gerçekleri, bu tutkunun hedefi olmuş bir öğretim üyesinin elindeki bilgi ve belgelerle yansıtmaktan ve kamuoyunu bilgilendirmekten daha doğal ne olabilir ki?

 

Bu arada belirtmeliyiz ki, eldeki malzemeyi iyi bir şekilde değerlendirmek ve olayları daha iyi kavramak için, bazen ehil olmasa da, sistemin kendi devamlılığı için yarattığı ve yetki sahibi yaptığı, adeta sistemin yerini alan, öğretim üyesinin kavgalıymış gibi gösterilmek istendiği figüran kişilerin ele alınması ve eleştirilmesi de kaçınılmaz olmaktadır. Bu aynı zamanda okuyucuya duyulan saygının bir gereğidir.

 

Gelişme yolundaki ülkelerin beyinleri de, lokomotifleri de üniversitelerdir. Üniversitelere bu özelliği kazandıran da, bilimsel, akılcı, çağdaş, demokratik ve medeni cesarete sahip aydınlar ile tüm akademik kadrolardır.

 

Tarihsel sürece baktığımızda, Rönesans'ı hazırlayanların bilim, edebiyat ve sanatla uğraşan aydın insanlar olduğu; bunun için üniversitelerin dünyamıza aydınlanmanın kapılarını açtığı görülür.

 

Hatırlanacağı gibi, dünyada bilimsel gelişmeler reform hareketlerini zorunlu kılmış, karanlık çağın olumsuzluklarının yerini bilimsel düşüncenin alması yolundaki çabalar yüzyıllarca sürmüş, bu yolda on binlerce insan yaşamını yitirmiştir.
Bilim adamları çok acı çekmiş olsalar da, bugünkü çağdaş dünyanın temellerini atmaktan yılmamışlardır. Bu sayededir ki, batı dünyası bugünkü uygarlıklarına erişmiştir.
 

Kısacası, bilim adamı olmak zordur, akademik anlamda değil elbette...

 

Bugün ülkemizde profesör olmak için, her zaman, fazla bilimsel çalışma yapmaya ve hatta kitap yazmaya bile gerek yoktur. Eğer düzene uygun bir kafanız varsa, 'dalkavukluk sanatı'nı iyi biliyorsanız, hele hele 'ayak oyunları'nda ustaysanız en kısa yoldan profesör olabilirsiniz; ama bilim adamı olamazsınız."
 

Bilim adamı olmak için, önce bilgiyi özümsemek, araştırmak, incelemek, yeni bilgiler üretmek ve bunları toplumun yararına sunmak için mücadele etmek gerekir. Her gün eğilip bükülerek ölmektense, yiğitçe mücadele edip bir kez ölmeyi bilmek gerekir. Sonra sevgi gerekir, hoşgörü gerekir. Kısır döngüler içinde bireysel çıkarları bir yana bırakıp toplumcu düşünmek gerekir. Bunu bir ülkenin bilim dünyası gerçekleştirmeyecekse, kimler ya da hangi kurumlan gerçekleştirecektir?

 

Ne yazık ki, Türkiye'de tüm yükseköğretimi düzenleyen ve yükseköğretim kurumlarının faaliyetlerine yön veren Yükseköğretim Kurumu (YÖK), yükseköğretimin sorunlarını çözmek yerine, akademik, toplumsal ve siyasal bir sorun haline gelmiş ve zaman zaman da "devlet sorunu"na dönüşmüştür. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in "YÖK ve üniversiteler, demokratikleşme sürecini engelleyici değil, hızlandırıcı kurumlar olmalıdır." demesi, bu bakımdan oldukça anlamlıdır.

 

İdari yargı organlarına yansıyan davaların önemli bir kısmı YÖK'e ve üniversitelere, başka bir deyişle, YÖK'ün, kendi önerdiği rektörler ve kendi atadığı dekanları ile öğretim elemanı, öğrenci ve üniversite çalışanlarının uyuşmazlıklarına ilişkindir. Ülkemizde üniversite mensuplarının bu denli yargı organlarına başvurması son derece düşündürücüdür. Bu, üniversitelerimizin ve üst kurullarının gerçek anlamda üniversiter kurum ve kurullar olamadığının bir göstergesidir.

 

YÖK ve üniversitelerin hukuksal alanda sorun yaratır olmalarının başta gelen nedeni, YÖK ve üniversiteleri düzenleyen temel yasa olan 2547 Sayılı Yükseköğretim Yasasında yapılan, izlenmesi gittikçe zorlaşan, aynı kurumda bile zaman zaman değişiklik ve zıtlık gösterebilen uygulamaların yarattığı anlaşmazlıklar ve çatışmalardır.
Bunların sonucu başlayan yargı süreci, zaman ve ekonomik kayıpların ötesinde, yükseköğretim kurul ve kurumlarımız ile mensuplarının birbirine düşmelerine neden olmaktadır. Kanımızca, asıl kayıp da buradadır. İdari yargı organlarına verilen dava dilekçeleri ve savunmalar yakından incelendiğinde, YÖK sisteminin kıyımına uğrayanların, mesleklerinden nasıl soğutulup hukuk savaşı vermek zorunda bırakıldıkları, çektikleri acılar ve üzüntüleri daha iyi anlaşılacaktır.

 

Bir örnek konu olarak, bir profesörlük başvurusu sonrasında gelişen ve yargıya intikal eden gelişmelerin yer aldığı bu kitapta, özellikle, ülkemizdeki üniversite gerçeği, içtenlikle ele alınmaya ve yorumlanmaya çalışıldı. Böylelikle kitabın yazarı da, karanlığa bir ışık tutarak üzerine düşen yükten, bir ölçü de olsa kurtulduğu inancındadır.

 

Güçlülerin ve suç1u1arın yanında saf tutanlar, zorbalığa cevaz vermenin utancını taşıyacaklar mıdır; bu, onların kirli bir adam yaftası içindeki ruhlarında asılı duracak mıdır bilemeyiz.

 

Güç sahipleri üniversiteye bakıp eserleriyle övünebilirler (!).

 

Ancak, bu, geleceğimiz açısından bir tehlike işareti.

 

Görevini gerçek bilim adamı olmanın sorumluluğuyla yapanlara da şükran ve takdir duygularımızı sunuyoruz.

 

Eğer, bu öyküde yer alan bilgi ve belgeler, ülkemizde üniversitelerin içine düştüğü duruma neden olan yöneticilerin yanlışlık ve yanılgılarının önlenmesine, üniversitelerin toplumsal işlevlerine kavuşturulması yönündeki çabalara, biraz olsun, katkı sağlarsa kendimizi mutlu sayacağız.
 

Anamur, Kasım 2003

 

BİR PROFESÖRLÜK ÖYKÜSÜ KİTABINDAN
 

"Bugün üniversiteler o hale gelmiştir ki, eğer yaşanan yanlış, ilginç ve garip olaylara itiraz edecek bir öğretim üyesi ortaya çıkarsa, ona ‘haddi bildirilmek’tedir. Ülkemizin bugününü ve geleceğini hazırlaması gereken üniversitenin öğretim üyelerini ve öğrencilerini bu anlayışla yetiştirmesi, ülkemiz için en büyük tehdittir."

 

"Bugün ülkemizde profesör olmak için, her zaman, fazla bilimsel çalışma yapmaya ve hatta kitap yazmaya bile gerek yoktur. Eğer düzene uygun bir kafanız varsa, 'dalkavukluk sanatı'nı iyi biliyorsanız, hele hele 'ayak oyunları'nda ustaysanız en kısa yoldan profesör olabilirsiniz; ama bilim adamı olamazsınız."

 

" ... arkadaşlarına söyle, Prof. Dr. Cabbar Esrarlı tek oy bile alsa, rektör olacaktır. Boşuna macera aramasınlar!"

 

"Cumhurbaşkanı’na sunulan listede, dünya üniversite tarihinde pek eski ve benzeri görülmeyecek bir dâhiyane buluş (!) uygulanmıştı:

 

Cabbar Esrarlı'nın dışında seçime katılan hiç bir adayın adı liste'de bildirilmemişti; bunun yerine, üniversite camiası tarafından hiç bilin¬meyen iki isim eklenmişti."

 

"Rektörün atanma biçimi, daha başta, olacakların habercisiydi."

 

"Ülkede nice Ali Yılmazlar var'. Kimi boyun eğiyor, kimi direniyor.

 

Bu durumda İsmet İnönü’nün 'Bir memlekette namuslular en az namussuzlar kadar cesur olmazsa, o memleket için kurtuluş yoktur.' sözü aklına geliyor insanın."
 

Prof. DR. Mehmet Ali TESBİ
 

   

  Başa Dön 

Yazdır

 
 
 
Copyright © Tüm Hakları Saklıdır [Çınar Arıkan]