MEHMET
ALİ TESBİ
1952 Yılında Mersin ili Anamur ilçesi,
Karadere köyünde doğdu. İlk ve
Ortaöğrenimi Anamur’da, yükseköğrenimini
Adana’da tamamladı.
TMO’da Ajans müdürü, Mersin Alata Bahçe
Kültürleri Araştırma Enstitüsünde Ziraat
Yüksek Mühendisi olarak görev yaptı.
Yurtdışında Fransa’da tarımın değişik
alanlarda çalıştı. Doktorasını
Paris-Sabonne Üniversitesinde tamamladı.
Akademik yaşantısına 1986’da Yardımcı
Doçent unvanıyla üniversitede görev
alarak başladı. 1991 yılında doçent
oldu. Fakülte bölüm başkanlığı, fakülte
kurulu, fakülte yönetim kurulu
üyelikleri, yayın kurulu başkanlığı, Fen
Bilimleri Enstitüsünde Anabilim Dalı
Başkanlığı yaptı. Yüksekokul müdürlüğü
görevinde bulundu.
2002’de mahkeme kararıyla 1987’den
geçerli olmak üzere profesör olarak
atandı.
100’ün üzerinde bilimsel çalışması ve
makalesi bulunmaktadır.
Fransızca ve İngilizce bilmektedir.
Mehmet Ali TESBİ yargı yolunda geçen
yedi yıldaki anılarını “Bir Profesörlük
Öyküsü” adıyla Kasım 2003 yılında Ziraat
Mühendisleri Odası Mersin Şubesi
Yayınları arsında yayımlatmıştır.
Bir Profesörlük Öyküsü Kitabının Önsözü;
ÖNSÖZ
Anı yazmak, ölümün elinden bir şey
kurtarmaktır. Andre GIDE
Bir
Profesörlük öyküsü adı altında kaleme
alınan bu kitap, Fransa'nın başta gelen
üniversitelerinden birinden diploma
almış bir öğretim üyesinin, bilimselliği
esas alması, ülkemizin bugününü ve
geleceğini hazırlaması gereken bir kurum
olan üniversitede yaşadıklarını,
karşılaştığı olayları anlatmaktadır.
Kitap, üniversitede "akıl " ve
"bilim"lerini küçük çıkarlara teslim
etmiş "bilim adamları"nın Bizans
oyunlarını, neden oldukları çürümüşlüğü,
haksızlıkları, üniversiteyi düne göre
bugün daha çekilmez hale getirişlerini
ortaya koymak için kaleme alındı. Tabii,
boyun eğiciliğe karşı çıkarak, medeni
cesaret ve eleştiri hakkı
kullanılarak...
Kitapta, laik, demokrat, yurtsever ve
çağdaş öğretim üyelerinin üniversite
şartlarında nasıl ezilmek istendiği;
kendi koyduğu kurallara kendisi ters
düşen bir anlayış sergilenmeye,
anlatılmaya çalışıldı.
Kitapta yer alan, ülkemizdeki
"gülmece-arabesk yaşam’ın bir parçası
olan olaylar, toplumun lokomotifi olan
üniversite denen bir kurumda yaşanan
yanlışlıklar açlığa vurulmak, kamuoyuyla
paylaşılmak ve bu yolla• üniversitenin
işlevlerini varlık nedenlerine uygun
biçimde yerine getirmesine katkıda
bulunmak istendi. Bu nedenle de kişi,
yer ve kurum adları bilerek
değiştirildi; yayımlanması uygun
görülmeyen bölümlere ait yerler "(...)"
şeklinde gösterildi. Çünkü burada
anlatılan ve bizi ilgilendiren sorun,
kişilerle değil, üniversite sistemiyle
ilgilidir. Eleştirmenlerin, konunun bu
yönüyle ilgilenmesi gerektiğine
inanıyorum. Bu çerçevede, üniversitedeki
güç tutkusunu ve gerçekleri, bu tutkunun
hedefi olmuş bir öğretim üyesinin
elindeki bilgi ve belgelerle
yansıtmaktan ve kamuoyunu
bilgilendirmekten daha doğal ne olabilir
ki?
Bu arada belirtmeliyiz ki, eldeki
malzemeyi iyi bir şekilde değerlendirmek
ve olayları daha iyi kavramak için,
bazen ehil olmasa da, sistemin kendi
devamlılığı için yarattığı ve yetki
sahibi yaptığı, adeta sistemin yerini
alan, öğretim üyesinin kavgalıymış gibi
gösterilmek istendiği figüran kişilerin
ele alınması ve eleştirilmesi de
kaçınılmaz olmaktadır. Bu aynı zamanda
okuyucuya duyulan saygının bir
gereğidir.
Gelişme yolundaki ülkelerin beyinleri
de, lokomotifleri de üniversitelerdir.
Üniversitelere bu özelliği kazandıran
da, bilimsel, akılcı, çağdaş, demokratik
ve medeni cesarete sahip aydınlar ile
tüm akademik kadrolardır.
Tarihsel sürece baktığımızda, Rönesans'ı
hazırlayanların bilim, edebiyat ve
sanatla uğraşan aydın insanlar olduğu;
bunun için üniversitelerin dünyamıza
aydınlanmanın kapılarını açtığı görülür.
Hatırlanacağı gibi, dünyada bilimsel
gelişmeler reform hareketlerini zorunlu
kılmış, karanlık çağın olumsuzluklarının
yerini bilimsel düşüncenin alması
yolundaki çabalar yüzyıllarca sürmüş, bu
yolda on binlerce insan yaşamını
yitirmiştir.
Bilim adamları çok acı çekmiş olsalar
da, bugünkü çağdaş dünyanın temellerini
atmaktan yılmamışlardır. Bu sayededir
ki, batı dünyası bugünkü uygarlıklarına
erişmiştir.
Kısacası, bilim adamı olmak zordur,
akademik anlamda değil elbette...
Bugün ülkemizde profesör olmak için, her
zaman, fazla bilimsel çalışma yapmaya ve
hatta kitap yazmaya bile gerek yoktur.
Eğer düzene uygun bir kafanız varsa,
'dalkavukluk sanatı'nı iyi biliyorsanız,
hele hele 'ayak oyunları'nda ustaysanız
en kısa yoldan profesör olabilirsiniz;
ama bilim adamı olamazsınız."
Bilim adamı olmak için, önce bilgiyi
özümsemek, araştırmak, incelemek, yeni
bilgiler üretmek ve bunları toplumun
yararına sunmak için mücadele etmek
gerekir. Her gün eğilip bükülerek
ölmektense, yiğitçe mücadele edip bir
kez ölmeyi bilmek gerekir. Sonra sevgi
gerekir, hoşgörü gerekir. Kısır döngüler
içinde bireysel çıkarları bir yana
bırakıp toplumcu düşünmek gerekir. Bunu
bir ülkenin bilim dünyası
gerçekleştirmeyecekse, kimler ya da
hangi kurumlan gerçekleştirecektir?
Ne yazık ki, Türkiye'de tüm
yükseköğretimi düzenleyen ve
yükseköğretim kurumlarının
faaliyetlerine yön veren Yükseköğretim
Kurumu (YÖK), yükseköğretimin
sorunlarını çözmek yerine, akademik,
toplumsal ve siyasal bir sorun haline
gelmiş ve zaman zaman da "devlet
sorunu"na dönüşmüştür. Cumhurbaşkanı
Ahmet Necdet Sezer'in "YÖK ve
üniversiteler, demokratikleşme sürecini
engelleyici değil, hızlandırıcı kurumlar
olmalıdır." demesi, bu bakımdan oldukça
anlamlıdır.
İdari yargı organlarına yansıyan
davaların önemli bir kısmı YÖK'e ve
üniversitelere, başka bir deyişle,
YÖK'ün, kendi önerdiği rektörler ve
kendi atadığı dekanları ile öğretim
elemanı, öğrenci ve üniversite
çalışanlarının uyuşmazlıklarına
ilişkindir. Ülkemizde üniversite
mensuplarının bu denli yargı organlarına
başvurması son derece düşündürücüdür.
Bu, üniversitelerimizin ve üst
kurullarının gerçek anlamda üniversiter
kurum ve kurullar olamadığının bir
göstergesidir.
YÖK ve üniversitelerin hukuksal alanda
sorun yaratır olmalarının başta gelen
nedeni, YÖK ve üniversiteleri düzenleyen
temel yasa olan 2547 Sayılı
Yükseköğretim Yasasında yapılan,
izlenmesi gittikçe zorlaşan, aynı
kurumda bile zaman zaman değişiklik ve
zıtlık gösterebilen uygulamaların
yarattığı anlaşmazlıklar ve
çatışmalardır.
Bunların sonucu başlayan yargı süreci,
zaman ve ekonomik kayıpların ötesinde,
yükseköğretim kurul ve kurumlarımız ile
mensuplarının birbirine düşmelerine
neden olmaktadır. Kanımızca, asıl kayıp
da buradadır. İdari yargı organlarına
verilen dava dilekçeleri ve savunmalar
yakından incelendiğinde, YÖK sisteminin
kıyımına uğrayanların, mesleklerinden
nasıl soğutulup hukuk savaşı vermek
zorunda bırakıldıkları, çektikleri
acılar ve üzüntüleri daha iyi
anlaşılacaktır.
Bir örnek konu olarak, bir profesörlük
başvurusu sonrasında gelişen ve yargıya
intikal eden gelişmelerin yer aldığı bu
kitapta, özellikle, ülkemizdeki
üniversite gerçeği, içtenlikle ele
alınmaya ve yorumlanmaya çalışıldı.
Böylelikle kitabın yazarı da, karanlığa
bir ışık tutarak üzerine düşen yükten,
bir ölçü de olsa kurtulduğu
inancındadır.
Güçlülerin ve suç1u1arın yanında saf
tutanlar, zorbalığa cevaz vermenin
utancını taşıyacaklar mıdır; bu, onların
kirli bir adam yaftası içindeki
ruhlarında asılı duracak mıdır
bilemeyiz.
Güç sahipleri üniversiteye bakıp
eserleriyle övünebilirler (!).
Ancak, bu, geleceğimiz açısından bir
tehlike işareti.
Görevini gerçek bilim adamı olmanın
sorumluluğuyla yapanlara da şükran ve
takdir duygularımızı sunuyoruz.
Eğer, bu öyküde yer alan bilgi ve
belgeler, ülkemizde üniversitelerin
içine düştüğü duruma neden olan
yöneticilerin yanlışlık ve
yanılgılarının önlenmesine,
üniversitelerin toplumsal işlevlerine
kavuşturulması yönündeki çabalara, biraz
olsun, katkı sağlarsa kendimizi mutlu
sayacağız.
Anamur, Kasım 2003
BİR PROFESÖRLÜK
ÖYKÜSÜ KİTABINDAN
"Bugün üniversiteler o hale gelmiştir
ki, eğer yaşanan yanlış, ilginç ve garip
olaylara itiraz edecek bir öğretim üyesi
ortaya çıkarsa, ona ‘haddi
bildirilmek’tedir. Ülkemizin bugününü ve
geleceğini hazırlaması gereken
üniversitenin öğretim üyelerini ve
öğrencilerini bu anlayışla yetiştirmesi,
ülkemiz için en büyük tehdittir."
"Bugün ülkemizde profesör olmak için,
her zaman, fazla bilimsel çalışma
yapmaya ve hatta kitap yazmaya bile
gerek yoktur. Eğer düzene uygun bir
kafanız varsa, 'dalkavukluk sanatı'nı
iyi biliyorsanız, hele hele 'ayak
oyunları'nda ustaysanız en kısa yoldan
profesör olabilirsiniz; ama bilim adamı
olamazsınız."
" ... arkadaşlarına söyle, Prof. Dr.
Cabbar Esrarlı tek oy bile alsa, rektör
olacaktır. Boşuna macera aramasınlar!"
"Cumhurbaşkanı’na sunulan listede, dünya
üniversite tarihinde pek eski ve benzeri
görülmeyecek bir dâhiyane buluş (!)
uygulanmıştı:
Cabbar Esrarlı'nın dışında seçime
katılan hiç bir adayın adı liste'de
bildirilmemişti; bunun yerine,
üniversite camiası tarafından hiç
bilin¬meyen iki isim eklenmişti."
"Rektörün atanma biçimi, daha başta,
olacakların habercisiydi."
"Ülkede nice Ali Yılmazlar var'. Kimi
boyun eğiyor, kimi direniyor.
Bu durumda İsmet İnönü’nün 'Bir
memlekette namuslular en az namussuzlar
kadar cesur olmazsa, o memleket için
kurtuluş yoktur.' sözü aklına geliyor
insanın."
Prof. DR. Mehmet
Ali TESBİ
|