BAŞBUĞ
ALPARSLAN
TÜRKEŞ
ÖZEL
YAYINIMIZ
BAŞLIKLARDAN KONULARA ULAŞIN
-BAŞBUĞLAR
ÖLMEZ Mustafa YILDIZDOĞAN'dan DİNLEYİN
-MİLLİYETÇİLİK
-BAŞBUĞ’DAN ÖZLÜ
SÖZLER
-BİR NESLİ
YETİŞTİREN ADAM
-BAŞBUĞ’UN DIŞ
POLİTİKASI
-TÖREN(Şiir)
-A. TÜRKEŞ’İN
ARDINDAN
-BOZKURTLARIN
DOĞUMU
-EMREDİN BAŞBUĞUM
-OZAN SÖZÜ
-ADI:ARSLAN
-AŞKA DAİR
-CENNETE
UĞURLARKEN DUYGULAR |
ALPARSLAN TÜRKEŞ'İN MİLLİYETÇİLİK ANLAYIŞI
1-
Türk Adı ve Kavramı
Türk milleti tarihin en eski milletlerinden birisidir. Bu
milletin adı olan "Türk" sözü ise eski
çağlardan bu yana kullanılmaktadır. O
dönemlerde atalarımızın "yazılı belge"
bırakma geleneği bulunmadığı için. Türkler
hakkındaki ilk bilgiler Çın kaynaklarında
yer almaktadır. Bu konudaki eski belgeler,
Çin hükümdar yıllıklarında bulunmaktadır.
Buna göre, belgelere dayanan tarihi
kaynaklar ilk Türk devletinin Büyük Hun
İmparatorluğu olduğunu göstermektedir. Bu
da M.Ö. 209 tarihidir. Büyük Hun Devleti
gibi dönemin eşsiz teşkilatlarından
birisini hazırlayan bir kültürün, bir
medeniyetin olması tabiidir. Bunun yanı
sıra, daha önceki çağlarda varlığı bilinen
Sakalar veya İskitler'in, Türklerin
kurduğu ilk devletlerden biri olduğu
yolunda bazı ılım adamlarının görüşleri de
mevcuttur. Ancak bunlar hakkında belgelere
dayalı bilgi bulunmamaktadır.
Türklerin anayurdu olarak Türkistan'ın kuzey bölgelerindeki
Altay Dağları ile Orhun Irmağı'nın mecrası
ve kıyıları gösterilmektedir. Fakat daha
sonra Hazar Gölü ile Çin seddi'nin
batısında bulunan çöle kadar yayılan
Türkler, bugün tarihçilerin Ortaasya veya
Türkistan dedikleri bölgeleri vatan
yapmışlardır.
Bilinen tarihi seyir sonucunda Türkler bu vatana, Balkanlar,
Anadolu, Karadeniz'in kuzeyi. Ortadoğu'nun
bir bölümü, Kafkasya ve Sibirya'nın güney
bölgelerini de katmışlardır. Türk adı ve
kavramı; tertemiz bir saflığın,
doğruluğun, iyiliğin, yüksek ahlakın,
bilgi ve aklın, bilime ve bilim adamına
saygının, gücün, kuvvetin, disiplinin ve
bütün bunların tabii bir sonucu olan
teşkilatçılığın tarifi olmuştur.
2-
Millet ve Milliyetçilik:
Ernest Renan'ın 1890'larda yaptığı tarife göre, millet;
"ortak geçmişi olan ve birlikte yaşama
arzusu gösteren insan topluluğudur."
Renan'ın bu tarifi, dünyadaki bilim
adamlarınca en kısa ve özlü tanım olarak
kabul görmüştür.
Milliyetçilik ise. kısa, basit ve öz
olarak, "ferdin mensubiyet duyduğu kendi
milletine ve onun değerler manzumesine,
aşkla, imanla bağlanması ve bu değerleri
yüceltmek için çaba göstermesi" şeklinde
özetlenebilir. Burada milliyetçiliğin
özelliklerini de kısaca belirtmekte fayda
umuyoruz.
a- Milliyetçilik, akılcıdır. Mantığa, adalete ve sosyal
dayanışmaya özel bir önem veren fikir
sistemidir.
b- İdealizmi ve insanlığın mutluluğunu esas alan bir
iyimserliğe sahiptir.
c- Sosyolojik ve psikolojik esaslara dayanır. Dolayısıyla
insanlarda kan aranmaz, ruh ve imana önem
verilir.
d-Halkın hür iradesinin hakim olmasını arzu eder. Kendi
milletinin yanı sıra, diğer milletlerin de
hür olarak yaşamasını benimser. Köleliği
reddeder, sömürü ve emperyalizme şiddetle
karşıdır ve en önemli özelliklerinden
birisi de demokrat oluşudur.
e- Bütün milletlerin yaratılış ve istidatlar yönünden eşit
olduğuna inanır. Üstün millet-aşağı millet
faraziyelerini kesinlikle reddeder.
f- Milliyetçilik, şuura, bilgiye, ilme dayanır. Başta kendi
milleti tarafından vücuda getirilen
medeniyet olmak üzere bütün medeniyetlere
saygı duyar.
g- Milliyetçilik, sahip bulunduğu bu özelliklerin ancak
demokratik düzende gelişip serpileceğine
inanır.
3- Milli Hakimiyet
20. yüzyıl başlarında Türk Amme Hukuku'na
giren önemli yeniliklerden birisi de milli
hakimiyet kavramıdır. Bu kavram, millet
tarafından devlete verilen iktidar gücü
olarak da tanımlanabilir. Hakimiyetin
kişi, hanedan veya bir zümre yerine, bütün
millete ait olmasıdır. Millet ise kendini
oluşturan kişilerin üstünde, onlardan ayrı
ve bağımsız bir varlıktır. Dolayısıyla
siyasi iktidarı elinde bulunduranlar, söz
konusu iktidarın sahibi değildirler. Bu
güçlerini hakimiyetin asıl sahibi olan
millet adına kullanırlar. Bu kavram Milli
Mücadele liderleri tarafından 1789 Fransız
İnsan ve Vatandaş Haklan Beyannamesi'nden
alınarak Türk devlet hayatına
kazandırılmıştır.
Milletin hakimiyeti kullanabilmesi için bir "meclis"e ihtiyaç
bulunuyordu. Bu da Türkiye Büyük Millet
Meclisi'dir. Mustafa Kemal milli hakimiyet
kavramını devlet hayatına geçirirken, Türk
milletine istinad ediyordu. Bu anlayıştan
hareketle Atatürk ilkeleri denilen sisteme
milliyetçilik kavramını almıştır. Mustafa
Kemal, milliyetçilik mefkuresini siyasi
anlamdan da ayırmıştır.
Son dönemlerde yetişen bilim adamları milliyetçiliği "modern
bilime ve marksizme göre milliyetçilik"
olarak iki ayrı grupta
değerlendirmişlerdir. Modern bilime göre
milliyetçiliği sosyolojik, kültürel,
ideolojik ve doktriner milliyetçilik
şubelerine ayırmak mümkündür.
4-
Milliyetçiliğin Tasnifi
a- Sosyolojik Milliyetçilik:
Duyguya, hisse, aşka dayanır. Bir millete mensup fertlerin
kendi milletine karşı beslediği bağlılık
duygusu ve şuurudur. Sosyologlar,
fertlerin mensup oldukları topluluğa
bağlılık duygusuna "zümre şuuru, zümre
hissi, zümre hissiyati" gibi adlar
vermektedirler. Bu şekilde birbirine bağlı
fert ve ailelerin, toplulukların
duydukları mensubiyet şuuru sonucunda
kavimler ve milletler meydana gelmiştir,
medeniyetin gelişmesinin ;emelini de bu
duygu ve düşünceler meydana getirmiştir.
Atatürk bu konuda şunları söylüyor;
"Biz doğrudan doğruya miliyetperveriz.
Türk milliyetçisiyiz. Cumhuriyetin
dayanağı Türk kültüm ile ne kadar dolu
olursa, o topluluğu dayanan cumhuriyet de
o kadar kuvvetli olur."
"Milletimiz sahip olduğu vasıfları ve
liyakatim, hükümetinin yeni ismiyle,
medeniyet dünyasına çok daha kolaylıkla
göstermeyi başaracaktır. Türkiye
Cumhuriyeti, cihanda tuttuğu mevkie layık
olduğunu, eserleriyle isbat edecektir."
b- Kültür Milliyetçiliği
Bir milletin siyasi, askeri ve medeniyet tarihini, yani
hukukundan devlet anlayışına, sanatından
ekonomisine kadar bütün alanların, ilmi
ölçülere göre incelenmesi ve bu
gerçeklerin milletin fertleri tarafından
özümsenerek zihinlere nakşedilmesidir.
Mustafa Kemal'in bu konudaki sözleri de bize ışık
tutmaktadır;
"Milliyet davası, şuursuz ve ölçüsüz bir
dava tarzında düşünülmemelidir. Milliyet
davası, siyasi bir mücadele konusu olmadan
önce şuurlu bir mefkure meselesidir."
Kültür milliyetçiliğinin ön şartı, sosyolojik
milliyetçiliktir.Çünkü ruhen ve aşk ile
milletini sevmeyen bir insanın, ilmi
gerçekleri şuurlu bir şekilde kabul
etmesi, benimsemesi düşünülemez.
Milliyetçiliğe göre, maddi ve manevi
gelişme için milletlerarası kültür alış
veriş son derece tabiidir. İnsanların,
serbest düşüncenin tabii bir sonucu olan
modern bilim ile yeni hakikatlere
ulaşacaklarını kabul eder.
c-
İdeolojik Milliyetçilik:
Siyasi ve sosyal bir doktrini olan bir hükümetin, parti,
dernek veya sendikanın hareketlerin; yön
veren düşünce ve görüşler sistemidir. Buna
: siyaset veya politika da denilebilir.
Atatürk'ün şu sözleri ideolojik milliyetçiliği çok güzel
ifade ediyor;
"Bizim milletimiz derin bir geçmişe
maliktir. Bu düşünce, bizi elbette
altı-yedi yüz yıllık Osmanlı Türklüğünden,
Selçuklu Türklerine ve ondan evvelki
dönemlerin her birine eşit olan büyük Türk
devletlerine kavuşturur. Türk çocuğu
ecdadını tanıdıkça daha büyük işler yapmak
için kendinde kuvvet bulacaktır."
d- Doktriner Milliyetçilik:
Milletlerin, meşru bir yönetim şekli ve belli bir program
dahilinde kendi kendilerim yönetme esasına
dayanır.
Buna göre, hükümranlık hakkı millete aittir. Hiçbir fert ve
grubun millete dayanmayan bir otoriteye
sahip bulunamayacağı ve milletlerin kendi
kaderini tayın etme hakkına sahip olacağı
ilkesidir. Milliyetçilik, sağcı ve
solculuğun tamamen dışındadır ve bunlarla
hiçbir ilgisi yoktur.
Atatürk şöyle der;
"Hakimiyet milletin tamamına aittir.
Demokrasi prensibi, milli hakimiyet
prensibine dönüşmüştür." "Mecliste
yoğunlaşan milli iradenin fiilen vatanın
mukadderatını ele almış olduğunu kabul
etmek temci prensiptir. Türkiye Büyük
Millet Meclisi'nin üstünde bir kuvvet
yoktur ."
"Milli iradeye dayanarak Türkiye'nin mukadderatını elinde
tutan meşru w müstakil tek hakim kuvvet
Büyük Millet Meclisi'dir."
5-
Milliyetçiliğe Düşman Unsurlar:
Milliyetçiliğe düşman olan fikirlerin başında marksizm gelir.
'Marksizm, modern bilimin ortaya koyduğu
şekilde yani, "ortak geçmişi olan ve
birlikte yaşama arzusu gösteren insan
topluluğu" şeklinde tanımı ve millet
kavramını reddeder. Dünya tarihini "sömüren ve sömürülen"
sınıfların
mücadelesi olarak ele alır. Dolayısıyla
milliyetçilik duygu ve kavramını reddeder.
Bunun yanı sıra marksizmin, milliyetçiliği; ırkçılık,
şovenizm (kendi milletinin kusurlarını ve
başka milletlerin olumlu taraflarını
görmeme), irredantizm (Rus, Sırp ve
Yahudilerin günümüzde uyguladığı saldırgan
milliyetçilik), sağcılık, aşırı sağcılık,
Turancılık (dünyadaki Türklerin ortak bir
medeniyete mensup olduklarına inanma ve
bunlara sempati gösterme) gibi modern
bilimin kesin hatlarla birbirinden
ayırdığı kavramları kaşıdı olarak tahrif
eder ve bunların tamamım milliyetçilik
içinde mütalaa eder.
Marksizmin kurucuları Marks ve Engels, Komünist
Beyannamesinde millet ve milliyet
kavramlarını birer burjuva uydurması
olarak gördüklerini ve işçilerin vatansız
olduğunu, dünyanın işçiler ve burjuvalar
olmak üzere iki sınıfa ayrıldığını öne
sürüyorlardı. Marks. 4 Kasım 1864
tarihinde Engels'e yazdığı bir mektupta,
Enernasyonal Toplantısında yapacağı
konuşmada, "milliyetler" tabiri yerine
"memleketler" kelimesini kullanmayı tercih
ettiğini belirtiyordu.
Lenin ise, "burjuva milliyetçiliği" adım verdiği
milliyetçiliğin, bir milletin işçileri,
proleterleri ile burjuvalarını bir araya
getirişinden ve çeşitli milletlerin
proleterlerini birbirinden ayırışından
yakınır. Lenin, "liberal burjuva milliyetçiliği"nin sınıf mücadelesine
karşı silahının "milli kültür" olduğunu ve
bunu bir burjuva hilesi olarak kabul
ettiğini belirtir. Lenin'e göre milli ve
manevi değerlerin kaybedildiği bir kültür
meydana getirilmesi esastır. Bu da ancak
proleter kültür olmalıdır.
Diğer taraftan marksist liderler uygulamada, mensup oldukları
milletin refah ve mutluluğu için,
marksizmi bir araç, bir paravan veya örtü
olarak kullanmışlardır. Uygulamada ise
Lenin, Rus milletinin, Mao, Çîn milletinin
mutluluğunu her şeyin üstünde
tutmuşlardır.
Atatürk, komünizm konusunda o önemde milleti bakınız nasıl
uyarıyor!
"Biz ne Bolşevik, ne de komünistiz. Ne biri ne diğeri
olamayız. Çünkü, biz milliyetçi ve
dinimize hürmetkarız."
"Memleketimizin hali, sosyal sanılan, din
ile milli ananelerinin kuvveti, Rusya'daki
komünizmin bize uygulanmasına imkan
olmadığı kanaati doğurmuştur.!'
6- Yüzyılımızın Yükselen Değeri Milliyetçilik ve Türkiye:
a- Milli Hakimiyet:
Osmanlı Devleti, Birinci Dünya Savaşı'ndan yenik çıkmış ve
başkenti ile topraklarının tamamına yakını
galip devletler tarafından işgal edilmeye
başlamıştı, imzalanan Sevr Anlaşmasıyla
Türkler'e Orta Anadolu'da küçük bir toprak
parçası layık görülmüştü. İşte bu şartlar
altında ordu mensuplarının liderliğinde ve
sivil kadroların da iştirakiyle Anadolu'da
Milli Mücadele başlatıldı. Asker ve sivil
kadroların birleştiği ana nokta. Türk
vatanının düşman işgalinden bir an önce
kurtarılması gerçeğiydi. Türk vatanı ise,
temelleri Erzurum Kongresi'nde atılan ve
Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nda ilan edilen
"Misak-ı Milli" idi. Misak-ı Milli
sınırlan içerisinde yaşayan Türk
milletinin kayıtsız ve şartsız milli
hakimiyetini sağlama düşüncesi, milliyetçi
liderlerin başlıca gayesi durumuna
gelmişti. Bu hareketin çekirdek kadrosunun
başına Mustafa Kemal getirildi ve
kendilerine de "Kuvay-ı Milliyeciler"
denildi. Mustafa Kemal Paşa,
arkadaşlarının görüş ve düşüncelerini her
fırsatta açıklıyordu. Biz de Mustafa
Kemal'in görüşlerini esas alarak konunun
tespitine çalışacağız.
Mustafa Kemal'e göre Milli Mücadele'nin asıl gayesi işgal
altında vatan topraklarını düşmanlardan
kurtarmak ve bu topraklarda milletin
hakimiyetini sağlamaktı. Sürdürülen çetin
mücadeleler sonucunda kurulan devlet
teşkilatına ve onun düzenine ait bir
Anayasa vazedildi. Çünkü, "Türk"ün
haysiyet, izzet-i nefs ve kabiliyeti çok
yüksek ve çok büyüktü. Böyle bir milletin
esir yaşamaktansa ölmeyi tercih edeceği,
dolayısıyla temel parolası da ya istiklal
ya ölüm olmuştu. Mustafa Kemal, Mülkiye
Mektebi öğrencilerine hitaben yaptığı bir
konuşmada, Türk milletinin hedefini şu
şekilde açılıyordu. "Her Türk ferdinin son
nefesi, Türk milletinin nefesinin
sönmeyeceğini, onun ebedi olduğunu
göstermelidir. Yüksek Türk! Senin için
yükseklik hududu yoktur. İşte parola
budur."
Milli Mücadele liderleri Osmanlı Devleti'nin yıkılmaya yüz
tuttuğu bir dönemde ortaya çıkarak, Türk
milletine düşman unsurların devleti
ortadan kaldırma ve bu devletin asli
unsuru olan Türkleri imha etmekten başka
bir düşünceleri olmadığını her yerde
anlattılar. Bu gerçek karşısında Türk
milleti yeni bir iman ve azimle devleti
kurmaya muvaffak olmuştur, kurulan bu
devletin dayandığı asıl temel de
"istiklal-i tam" ve "bilakayd-ü şart
hakimiyeti milliye"den ibarettir. Türk
milleti son derece zor şartlarda elde
ettiği bu hakimiyetin bir zerresini dahi
feda etmemekte kararlıdır.
b-Millet Anlayışı:
Milli Mücadele liderlerine göre, Türkiye Cumhuriyeti'ni
kuranların tamamına "Türk milleti"
deniyordu. Mustafa Kemal milleti hakkında
düşüncelerini şu şekilde özetliyordu:
"Türk milletinin cedd-i ilası Türk
namındaki insan, Nuh Aleyhisselam'm oğlu
Yafes'in oğlu olan zattır. Türkler 15 asır
evvel Asya'nın göbeğinde muazzam devletler
teşkil etmiş ve insanlığın her türlü
kabiliyetine tecelligah olmuş birer
unsurdur. Sefirlerini Çin'e gönderen ve
Bizans'ın sefirlerini kabul eden bir Türk
devleti, ecdadımız olan Türk milletinin
teşkil eylediği bir devlet idi."
Mustafa Kemal'in burada sözünü ettiği "Türk" hakkındaki
bilgiler, destanlara dayanıyor. Bu yönde
tarihi bir belge mevcut değildir. Ancak,
Hunlar Çin elçilerini, Göktürkler de
Bizans elçilerini kabul etmişlerdir, bu
tür bilgiler tarihi kaynaklarda mevcuttur.
Mustafa Kemal ve arkadaşları Milli Mücadeleyi
başlattıklarında maddi güçten yoksun
bulunuyorlardı. Ancak son derece büyük bir
zenginlikleri vardı. Bu da "Büyük Türk
milletinin asaletinden doğan yüksek ve
manevi bir kuvvetti ve bu kuvvete, yani
Türk milletine güvenerek" işe
başlamışlardı. Bu kuvvetse, milli sınırlar
içerisinde kurulacak yönetimin Erzurum
Kongresi'nde temelleri atılan hakimiyet-i
milliye esaslarının uygulanmasını ve bu
yönde teşkilatlanmasını istiyordu. Türk
milliyetçileri sor ve çetin mücadeleler
sırasında ortaya çıkan milli mevcudiyetin
temelini, milli şuur ve milli birlikte
görüyorlardı.
Uyanan bu milli birlik ve milli şuurun bir itici güce
ihtiyacı vardı. İşte bu güç Türk
birliğinin kudret ve kabiliyeti ile Türk
vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesi
olarak Türk ordusunu ortaya çıkarmıştı.
Mustafa Kemal'in söyleşiyle, Türk ordusu
"Türk topraklarını ve Türk idealini
tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olunan
sistemli çalışmalım yenilmesi imkansız
teminatı" olarak görülüyordu.
c- Cumhuriyetin Hedefi: Demokrasi
Milli Mücadele liderleri, içinde bulundukları ağır şartların
tahlilini iyi yapmışlardı. Bu yüzden
şartların gereğini yerine getirmek için
yoğun bir tempoda göre yapıyorlardı.
Mustafa Kemal'e göre "yeni Türkiye'nin
eski Türkiye" ile bir alakası yoktu. Ancak
milletin değişmediği ve yeni devlerin,
eski devleti meydana getiren ana unsur
olan Türk milleti tarafından kurulduğunun
da şuurundaydı. Yeni kurulan devletin
yönetim şekli bu dönende çeşitli
tartışmalara yol açmıştı.
Mustafa Kemal
Paşa, bir Fransız dergisine erdiği demeçte
yeni devletin rejimini şu şekilde
özetliyordu:
"Şurası unutulmamalıdır ki, bu tarz-ı idare, bir Bolşevik
sistemi değildir. Çünkü biz ne Bolşevikiz,
ne de komünist, ne biri ne diğeri
olamayız. Çünkü biz milliyetperveriz ve
dinimize hürmetkarız. Hülasa bizim şekl-i
hükümetimiz tam bir demokrat hükümettir."
Mustafa Kemal, yeni rejimin ana ruhunu bu şekilde
özetliyordu. Nitekim Türkiye'de yaşayan
insanlar ırken ve dinen, kültür yönünden
bir ve beraberlerdi. Bu itibarla
birbirlerine karşı son derece saygılı,
gelecekteki ortak çıkarların bir arıda ve
birlikte olduğunun farkındaydılar.
Mustafa Kemal, yukarıda da izah edilmeye çalışıldığı gibi,
"Türk milleti" fikrinde ısrarla durmuştur.
İthal malı gibi gözüken görüşlere de "Ne
mutlu Türk'üm diyene" vecizesi ile anlamlı
cevap vermiş ve Türk damgasını vurmuştur.
Dil, tarih, medeniyet, sanat, ekonomi ve
siyaset gibi alanlarda her türden değerin
millileşmesi için çaba harcamıştır.
Alparslan Türkeş, bu değerler manzumesi ortamında yetişmiş,
dünya görüşüne, hareket tarzına, duygu ve
düşüncelerine işte bu milli değerler yön
vermiştir.
7-
Türkeş'in Milliyetçilik Anlayışı:
Türkeş, Türk milletinin yeni bir yolun yolcusu ve yeni bir
kaderin sahibi olması gerektiğini
düşünüyordu. Bu yeni yol, Türkiye'yi
bilimde, ahlakta, teknikte ve sanayide
yeryüzünün en ileri ülkesi yapmak
isteyenlerin yolu olacaktı.
Türkeş, tıpkı Orhun Kitabelerindeki gibi, geceyi gündüze
katıp emek harcayarak, ter dökerek kendi
düşünce eserlerini meydana getirecek ve
Türk milletini kökünden koparmadan,
bilimde, sanatta kanatlandırıp çağlar
üzerinden uçuracak gerçek aydınlara
ihtiyaç duyulduğuna işaret ediyordu.
Türkeş, bunun için sadist Slav marksizmine veya soğuk Anglo-Sakson
kapitalizmine sarılmaya gerek olmadığını,
üçüncü bir yola ihtiyaç duyulduğunu
belirtti. Ülkede sosyal adaleti ve Türk
milletinin toplum olarak büyük bir hızla
kalkınmasını sağlayacak yüzde yüz yerli ve
milli bir doktrin olması gerektiğini
vurguladı. Bu doktrinin ruhunu "Her şey
Türk milleti için, Türk'e doğru ve Türk'e
göre" prensipleri teşkil etti. İşte
Türkeş'in o ünlü "9 Işık Doktrini" bu
düşüncelerin ürünüdür.
Türkeş Türkiye'de yaşayan ve Türklüğü benimseyen, aynı
kültürle yoğrulmuş, aynı dine mensup insan
topluluğunun Türk milletini teşkil
ettiğine inanır. Bu sınırlar dışında
yaşayanlarla birlikte çok büyük ve geniş
bir aile olan Türkler'in, temel varlığı ve
meselelerin çözüm yeri ve sahibi olarak
Türkiye'yi gördüklerine inanır. Bu
bakımdan Türkiye'nin birinci planda ele
alınması, korunması ve yüceltilmesinin
başlıca konuyu teşkil ettiği görüşündedir.
Alparslan Türkeş'e göre Türk milliyetçiliğinin temel görüşünü
şu şekilde özetlemek mümkündür.
"Türk
milletinden olmak, Türk milletini sevmek
ve Türk devletine sadakatle hizmet aşkı
taşımak, vatan bağlılık duygusu içinde
bulunmak ve Türk milletinin yükselmesi
için elinden gelen her fedakarlığı yapmak
ve çalışmak duygusu ve şuurudur. Bu duygu
ve şuuru taşıyan herkes Türk'tür. Kalbinde
yabancı başka bir milletin özlemini,
özentisini taşımayan, kendisini Türk
hisseden, Türklüğü benimseyen ve Türk
milletine, Türk devletine hizmet aşkı
taşıyan herkes Türk'tür."
Türkeş'in milliyetçilik anlayışının temelinde, Türk milletine
karşı beslenen derin sevgi yatmaktadır.
Türkeş;
"... Bizim milliyetçiliğimiz, Türk milletine karşı duyulan
derin ve köklü bir sevgi ve Türk
milletinin içinde bulunduğu müşkül
durumdan bir an önce en modern, en ilmi
metotlarla çıkarılarak en kısa yoldan
modern uygarlığın en ön safına
geçirilmesini sağlama duygusundan kuvvet
alır" der.
Türkeş'in ortaya koyduğu Türk milliyetçiliği anlayışında,
başka milletlere karşı kin ve nefrete,
gareze, öfkeye yer yoktur. .Türk milletine
duyulan derin sevgi esastır.
Türkeş'in Türk siyasi hayatına kazandırdığı ve kitleleri
derinden etkilediği milliyetçilik
anlayışının yanına "Türkçülük" kavramını
da oturtmak gerekir.
"Milliyetçiyiz, Türkçüyüz. Neden Türkçüyüz? Çünkü milletimiz
Türk milletidir. Türkçülük Türk milletinim
hayatının her safhasında yapacağı her
şeyin Türk ruhuna, Türk geleneğine uygun
olması ve Türk'e yararlı olması amacının,
fikrinin ön planda tutulmasıdır."
Alparslan Türkeş'teki bu yüksek manevi anlayış, Ülkücülüğü
doğurmuştur. Türk muhitini en kısa yoldan,
en kısa zamanda modern uygarlığın en üst
seviyesine çıkarma, mutlu, müreffeh,
bağımsız, hür ve kendi haklarına sahip bir
hayata kavuşturma ideali Türkeş'in
ülküsünü oluşturur.
"Bizim ülkücülüğümüz, daima gerçekçi olmayı ve girişilecek
faaliyetlerde Türkiye'yi "hiçbir zaman
tehlikelere, risklere, maceralara
sürüklemeyecek bir yol üzerinde bulunmayı
esas kabul eder."
Alparslan Türkeş'e göre Türk milletinin "kutlu güç
kaynaklarının" başında İslamiyet,
milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir.
Ayrıca birlik, beraberlik, iç barış
ülküsü, cihan devleti kurabilme özellik ve
kabiliyeti de Türk milletinin temel
özellikleri arasında yer alır.
Türkeş, ülküsünü, idealini, sevdasını, aşkını bilim adamları,
aydınlar ve gençlerle paylaşmıştır.
Özellikle de gençlere hitab ederken Bilge
Kağan gibi; "Ey Türk! Titre ve kendine
dön" diye kükremiş ve bu dönüş iki bine
iki kala en yüksek temposuna ulaşmıştır.
Gençleri, aydınlan sevdasına ortak olmaya,
yeni ufuklara çağıran Türkeş, Ülküsünü
Bilge Kağan'dan, Kür-Şad'ın izinde
Anadolu'ya kazımıştır:
"Ben
Türk milletini:
Sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye,
Rüşvet, hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine,
Ahlaktan mahrum bir hürriyete,
Tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir ekonomiye çağırmıyorum.
Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine,
yoksullukla savaşa, adalette yarışa,
birliğe, kardeşliğe, kısaca hak yolu,
hakikat yolu, Allah yoluna çağırıyorum.
Modern medeniyetin en ön safına geçmek
üzere çağlar üzerinden sıçramaya
çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere
açıkça ilan ediyorum:
Yeniden
maneviyata dönüş...
Türk aydınları, Türk gençliği, buluşma yerimiz Büyük
Türkiye'dir."
Türkeş, ömrünü Türk milletine adamıştı.
O'nun milliyetçilik anlayışı, yüksek
ahlâkı, maneviyatı, elbette bu satırlara
sığdırılamaz. O bir "Bozkurt" idi. O'nun
heyecanını, ülküsünü duyabilmek,
yaşayabilmek, O'nu öğrenip anlayabilmek
önemlidir.
"Dün Ergenekon şeddinden geçerken önümüzde
bir Bozkurt vardı. Bugün Türklük için en
iyiyi, en güzeli her ne pahasına olursa
olsun elde etme mücadelesine binlerce
Bozkurt olarak yürümekteyiz, yarın ise hür
ve mesut ufuklara doğru milyonlarca
Bozkurt olarak koşacağız."
8-
Türkeş'in Siyasi Hayatından Kesitler
Bugün 60'lı yaşların üstünde olanlar, yani babalarımız,
savaş, açlık, kıtlık, karne dönemlerini
görmüşlerdir. Bu kuşak, zor yılların da
etkisiyle, yalnızca yaşayabilmeyi, hayatta
kalabilmeyi, daha açık söyleyişle
midelerini düşünmüşlerdir. Bundan dolayı
kendileri hiçbir zaman suçlanamaz.
Türkeş, Türk milletinin bir siyasi parti etrafında toplanması
gerektiğine inanıyordu. Sürgün dönüşü
ayaklan havaalanında vatan topraklarına
değer değmez bu düşüncesini hayata
geçirmek için çalışmalara başladı. Türk
gençliğine Türk milliyetçiliği konularında
bir öğretmen gibi dersler verdi. Gece
gündüz çalıştı. Yorulmadı, yılmadı,
yüksünmedi. Çalıştı, çalıştı, çalıştı...
İhanetlere uğradı, terk edildi, yalnız
bırakıldı. En yakınlarından Türk milleti
uğruna şehit verdi. Ama o çelikleşmiş
iradesiyle, engin fikirleriyle her zaman
çalıştı. Yılmadı...
Türk milletinin yeni bir ruhla silkinmiş evlatlara ihtiyacı
vardı. Türkiye, 1960'ların özellikle
ikinci yarısından başlayarak, 70'li
yılların ortasına kadar unutturulmuş olan
"Türk" kimliğiyle yeniden tanıştı. Türk
milletinin kalkınmış Ülkeler seviyesine
çıkabilmesi için milli kimliğin hakim
kılınması ve yetişen gençlerin Türk
olduğunun idrakinde olması gerekiyordu.
Türkeş'in Türk milletine ve Türk
gençliğine hatırlattığı vasılların başında
"Türk milliyetçiliği" gelmektedir.
"Bizim Türk milliyetçileri olarak davamız, Türk milletinin
varlığını yüceltmek ve ebediyyen devam
ettirmek davasıdır. Bu fikrin, bu davanın
üstünde başka hiçbir fikir, başka bir dava
yer alamaz."
Türkeş, "Türk" milletine mensup olduğunun şuuruna varan
gençlere 1970'li yılların ikinci
yarısından itibaren dinlerini
hatırlatmıştır, "İslam ahlâk ve fazileti"
olarak tarif ettiği İslam dininin bütün
gençlerin yüreklerinde duymasını
sağlamıştır. Şüphesiz Türkeş, Balıkesir
yöresi Türkmen aşiretlerinden Çipniler'in
MHP'ye ilhakı dolayısıyla yaptığı bir
konuşmasında, Alevi vatandaşların da
MHP'ye katılması gerektiğini ve Türk-İslam
ülküsünü hayata geçirmek isteyen tek
partinin MHP olduğunu söylemişti. Türkeş
bu konuşmasını, "Yolumuz Allah yoludur"
diyerek bitirmiş ve Alevi-Sünni ayırımının
Türk mille! ine yapılabilecek en büyük
kötülük olduğunu belirtmişti. Bu
açıklamadan sonra Alevi vatandaşlarımız
kitleler halinde MHP'ye iltihak etmişti.
Gerçekten de o yıllarda Türkiye sağcı-solcu, Alevi-Sünni,
ilerici-gerici olarak bölünmeye
parçalanmaya çalışılıyordu. Komünistler
bazen Atatürkçülük maskesi ardına
sığınarak, bazen de halkların, işçilerin,
emekçilerin ezildiğini öne sürerek bunları
kendilerine kılıf yapmak suretiyle, Türk
milletine yönelik saldırıları hep cepheden
sürdürüyorlardı.
Türkeş ise o dönemde ortaya çıkarak, "Biz ne sağcıyız ne
solcu, Türk milliyetçisiyiz. Ancak, halkın
anladığı manada sağcı olabiliriz. Türk mîlletini ve vatanını kamplara bölmeyin.
Sesimize kulak verin. Bu kavga sağ-sol
kavgası değildir, bir dış saldırıdır.
Demokratik rejime yönelmiştir. Ülkeyi
yıkmak istiyorlar" demişti.
Ancak o kara dönemde bazı çevreler bu sese kulak
asmıyorlardı. Hem içeriden hem de
dışarıdan pek çok işbirlikçi, Türkeş
aleyhine kampanyalar, yürütüyorlardı.
Faşist dediler, Irkçı dediler. Kafatasçı
dediler. Fakat o bunların hiçbirisinden
yılmadı. Çünkü söylenenlerin hiçbirisi
değildi. O Türk milletinin "Başbuğu" idi.
Yerli ve yabancı ihanet şebekelerinin ve gafillerin
uzantıları Türkeş'i yıkmak, Türkeş'i
karalamak, Türkeş'i yok etmek için türlü
oyunlara başvurdular. O bunların hepsini
zamanında öğrendi. Gereken tedbirleri
aldı.
Çünkü Türkeş, Türk milletine güveniyordu.
Türkeş
gür sesiyle millete yaptığı çağrıyı
sürekli tekrarlıyordu: "Bizleri milliyetçi
Türkiye'ye götürecek ana ilkeler, temel
hedefler Dokuz Işık Doktrini'nde
gösterilmiştir. İdeolojimiz, çağın en
dinamik ideolojisi, Türk
milliyetçiliğidir. Dokuz Işık Doktrini ve
Türk milliyetçiliği ideolojisini sizlere
takdim ediyorum. Bunları sonuna kadar
savunacak, Türkiye'nin en ücra köşesine
kadar yayacaksınız."
12 Eylül harekatıyla Türk milliyetçilerinin kervanı basıldı.
Kervan yağmalandı. Çünkü Türkeş iktidara
yürüyordu. C-5 tezgahından pek çok ülkücü
geldi geçti. Kışın zemherisinde
çırılçıplak soyularak gecenin karanlığında
kilometrelerce yürütülen Ülkücüler vardı.
Elektriğin tuzlu acısını hücrelerinin her
zerresinde hisseden Ülkücüler vardı.
Türk milleti için çekilen acılara, sıkıntılara, ayrılıklara,
gözyaşına rağmen, Türkeş yılmamıştır.
Tutsaklık günlerinden sonraki bir
görüşmede, şöyle diyordu:
"Dünyanın her yerinde Türkler yaşamaktadır. Dünyanın dört bir
yanına dağılan, dal budak salan Türkler'i,
önce bulundukları yerlerde
teşkilatlandırmak gerekir. Ardından bu
teşkilatlar yılın belli gününde bir araya
gelip "Dünya Türkleri Kurultayı"
tertiplenmelidir. Bunu Yahudiler,
Ermeniler, Çinliler, Yunanlar ve daha pek
çok millet yapıyor. Türkler'in büyük
bölümü ise esirdir..."
Türkeş, basılan kervanı, yabalanan kıymetleri yeniden
toplarlamak için gece gündüz çalıştı. Yok
olan teşkilatı yeniden toparladı. Türkmen
atasözünü ne güzel söylemiş: "Göç yolda
dizilir..."
"Emanet olunan davayı kucakladım. Hiç arkama bakmadan,
tereddütsüz, hiçbir şeye aldırmadan
yürüyorum. İleriye doğru yürüyoruz.
Hızlanıp koşmak gayreti içindeyiz..
Koşacağız. İleriye gittikçe geride
kalmayıp, beni takip edin. Bu mücadelede
her hangi bir sebeple ben düşersem bayrağı
kapın, daha ileriye gidin."
1991 yılında yapılan seçimlerde Türkiye yeni baştan nefes
aldı.
Ancak Türkiye'nin bütünlüğü tehlikedeydi. Milletin birlik ve
beraberliğine kasteden hain çeteler yine
sahnedeydi. Vatandaşlarımız-her gün
ölüyordu. Askerimiz, polisimiz şehit
ediliyordu. Ülkede Türk-Kürt ayrımı
yapılıyordu. Alevi-Sünni çatışması
körükleniyordu. Türkiye; güzelim
vatanımız, birkaç cepheden kamplara
ayrılmak isteniyordu. Anaların gözyaşı
dinmiyordu. İki aylık kundaktaki bebelerin
üstüne şarjörler boşaltılıyordu. Oyun
aynıydı: "Parçala-birbirine
vurdur-kırdır..." Dün oynananlar aynıydı.
Oyuncular da aynıydı. Türk milletine ve
Türkiye'ye melanetlerini kusanlar, bugün
de aynı.
Geçmişte bunların sebebi olarak gösterilen MHP ne yapıyordu?
Türkeş'in yıllar önce ortaya koyduğu
gerçekler, artık devlet politikası haline
gelmişti. Türkeş'i zindanlara koyanlar,
O'nun görüşlerini, reçetelerini
uyguluyorlardı.
Türkeş'e karşı en haksız, en ağır ithamlarda bulunanlar,
Türkeş'ten bir özür bile dilemediler.
Türkeş ise, böyle bir şartı elinin
tersiyle itiyordu.
Türkeş
bunlara ne dedi:
"Türkiye'nin dışında Türkler var. Türkiye kardeşlerinin
hürriyet ve müstakilliğini kazanabilmesi
için her yola başvurmalıdır.",
Anadolu'da yaşayan Türkler varlık mücadelesini verirken,
bütün Türk Dünyası'nın varolma savaşım
sürdürürken, ayıplanan, suçlu görülen,
ırkçı denilen, Turancı(!) diye horlanan
Türkeş, herkesin Türk cumhuriyetleri ile
kucaklaşmasını, hatta bunun yeterli
olmadığını söyleyerek hükümetlere
yüklenilmesini, sitem edilmesini sevinçle
karşıladı. Bunun yanısıra hiçbir zaman
gurura kapılmadı. Çünkü O Başbuğu idi,
Türk milletinin Başbuğu...
Türk töresine göre, babanın sağlığında evladın malı olmaz.
Evlatlar, babanın sağlığında hiçbir hak
iddia edemezler. Ancak ölüm hak, miras
helaldir. Ata ise, evlat için can kadar
azizdir, kutsaldır. Çünkü insanın babasını
seçme hakkı bulunmadığı gibi, yeni bir ata
elde etmesi de mümkün değildir. Bu durumda
evlada düşen, babasının dizi dibinde
oturup, onun ağzından çıkacak her sözü
emir belleyip harfiyyen yerine
getirmektir. Tabii bu söylediklerimiz,
Oğuz töresini içine sindirenler içindir.
Türklerde töreler her şeyden üstündür.
Töreleri aziz bilenler, Türkeş'in dizinin dibinden
ayrılmadılar. Çünkü O'na inanmışlardı.
Türkeş'e güvenmişlerdi.
Türkeş, devlet adamlığının gereklerini yerine getirerek Türk
milletinin dertlerine çareler üretmeye
devam ediyordu. Kamuoyundan büyük bir
destek sağlamıştı. Yapılan yoklamalarda en
önde çıkan Türkeş'ti. Türkeş, işi sıkı
tutuyordu. Her fırsatta kervanı basmak
isteyen uğrulara karşı daima uyanık,
ihtiyatlı, tedbirli ve zinde olmuştur,
Türk milletine yaptığı çağrılarda, Hacı
Bektaş Veli'nin buyurduğu gibi "Gelin
canlar bir olalım" diyordu. Ancak
çaşıtlan, uğruları, iblisleri, kırmızı
sakalları çok iyi tanıyordu. "Gel kim
olursan ol gel. Tövbeni yüz bin kere
bozmuş olsan da yine gel" demiyor muydu
Mevlana? Türkeş Halil İbrahim sofrasıydı.
Gelenler kim olursa olsun, ancak kısmeti
kadar alabilirlerdi bu Yesevi Ocağı'ndan.
Türkeş'in ocağında hafız kadar duru berrak zihinler,
dimağlar, Yusuf yüzlüler vardı. Çetin
günlerde her türlü zorluğu gül bahçeli
otağlara çevirmişlerdi. Bunu başaran
isimsiz kahramanlardı. Gel, kim olursan ol
yine gel: "Yel kayadan ne alır?"
Türkeş,
tutsaklık günlerinin sonunda söylediği
hayaline nihayet kavuşmuştu. Bir 21 Mart
gününde, Bozkurtlar Ergenekon'dan yine
çıkmışlardı. Bu Nevruz gününde, başta yine
o vardı. Hem de en başta yürüyordu.
Antalya'da bir araya gelen Türk
Dünyası'nın aksakalları, liderleri,
aydınları, okumuşları, ozanları,
yöneticileri... hepsi hepsi oradaydılar.
Onlar Başbuğlarını selamlamaya
gelmişlerdi: "Selam sana Başbuğum."
Nevruz
gününde, Ulıstın Ulu Kününde, o aziz
günde, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne,
Sibirya'dan Hint ülkesine, mağrıbtan
maşrıka kadar bütün Türk Dünyası'nın
elçileri, Başbuğ'u selamlamaya
koşmuşlardı. Yere diz vurup baş eğdiler.
"Selam sana Başbuğum..."
Başbuğ bir bilge kişiydi. Başbuğ bir erdemli kişi idi. Başbuğ
bir koca kişi idi. Başbuğ bir aksakal idi.
Başbuğ bir dünya lideri idi. Başbuğ bir
kor ateş idi. Başbuğ bir yumuşak ipek idi.
Başbuğ bir yürek idi. Başbuğ Bozkurtlarını
kucaklayan bir çift kol idi...
"Değerli dava arkadaşlarım. Türkiye'nin bugün her dönemden
daha çok birliğe ve beraberliğe ihtiyacı
vardır. Ayrılık tohumları ekenlere karşı,
hassas olalım. Birlik, beraberlik, sabır,
hoşgörü, sevgi ve kardeşlikten yana
olalım. Kutsal davamızı ileri götürmek
için canla başla çalışalım. Allah
yardımcımız olsun."
Başbuğ böyle diyor, emrediyor. Bozkurtlar, dün olduğu gibi,
bugün de yarın da Türkeş'in arzularını
emir kabul edip, açtığı yoldan, onun
önderliğinde kutlu yarınlara adım adım
ilerleyeceklerdir. Çünkü Ülkücüler söz
vermişlerdir. Ülkücüler sözünün eridir.
Türkeş'in diktiği Kızılelma tuğunu kapıp
yükseklere, daha yücelere taşımak için
yarış içerisindedirler.
9-Sonuç
Başbuğ,
Etlik Kasalar'daki bir mitingde,
Bozkurtlar'ın azim ve iradesi, milletin
kararlılığı ile komünizmin çöktüğünü
anlatıyordu. Kızılelmayı ise Saraybosna'ya,
Kafkaslar'a, Tanrı Dağları'na, Ötüken'e
diktiğini söylüyordu. Türkeş, Türk
milletinin önündeki en önemli zorluğun,
"cahillik" olduğunu vurgulayarak, buna
karşı savaş açtığını ilan ediyordu: "Bilge
kişiye bilgili Bozkurt gerektir." Türkeş,
diyordu:
"Çöken marksizm karşısında Turan bayrağı yükselmektedir."
Dr.
Mustafa G. YILMAZ
http://www.turkav.org/sayfa.asp?bloglid=81&pagem=Milliyetcilik%20Anlayışı
"Anamur'un ve
Anamurluların Buluşma Adresi ve Gerçek
Sesi..."
ANAMUR'UN SESİ
|